SSCB Takipçisi Siyasetlerin Postmodernizmle İmtihanı: “Kızıldan Yeşile Dünüşüm” Sürecinde TKP ve CTP Örnekleri – Hakan Tanıttıran

Hakan Tanıttıran

Özne Sayı 1

İlkbahar 2021

Bu yazının konusu Sovyetik bir parti olan tarihi Türkiye Komünist Partisi (TKP)’ni ve siyasal kimliğinin önemli bir bölümünü SSCB yanlısı ve TKP partneri olarak geçiren Cumhuriyetçi Türk Partisi (CTP)’ni post-modernizm ve post-Marksist siyaset bağlamında ele almaktır. CTP ile yakın ilişkisi olan AKEL de aynı geleneğin içerisinde yer alan bir partidir fakat bu yazının kapsamı dışındadır. CTP ve TKP’yi inceleme sebebimiz sınıf temelinde siyaset yapan bu iki partinin ve özellikle eski kadrolarının Sovyetlerin yıkılışı ile beraber post-Marksist ve postmodernist bir siyasete yönelmiş olduğu tespitimizdir. Temel iddiamız her iki partide de bu gelişmenin Sovyetlerin yıkılma süreci ve tarihsel olarak izlemiş oldukları siyasetin sonucu olduğudur. TKP’nin sönümleninceye kadar, CTP’nin günümüzde de devam eden sağa savruluşunun kökenlerine kısa bir göz atmak istedik.

“YIKIMIN” ENKAZINDA ARKEOLOJİK ÇALIŞMA

Sovyetler Birliği’nin dağılması ya da dağılma sürecinin başlaması pek çok ülkede Üçüncü Enternasyonal geleneğini sürdüren (Sovyetik) partileri farklı biçimde etkiledi. (Bu geleneği sürdüren tabirini bu partilerin kendisi böyle kullandığı için kullanıyorum. Yoksa Üçüncü Enternasyonal bana göre 2. Dünya Savaşı öncesinde başlayan “Sovyet Anayurdunu Savunma Siyaseti” ile çoktan tarihe karışmıştı. Sovyetik tanımlamam, karikatürize edilmiş biçimiyle “Moskova’da yağmur yağdığında Lefkoşa’da şemsiye açma” siyasetidir.) Bu partileri kapsayan likidasyon ve sağcılaşma dalgası, söz konusu partilerin yapılarına, örgütlülüklerine ve niteliklerine göre partiler üzerinde farklı sonuçlar yarattı.

Kuşkusuz ki Sovyetler Birliği’nin dağılması ister Sovyetik olsun ister Sovyetleri sosyal emperyalist ya da revizyonist gören diğer sosyalist ve komünist partiler ve örgütler olsun tüm sosyalist yapıları derinden etkilemiştir. Genel olarak çözülme küresel çapta sosyalizmin saygınlık ve güç kaybetmesine neden olmuş ve bu durum yıllarca devam etmiştir.

Sovyetler Birliği’nin dağılmasından Üçüncü Enternasyonal geleneğini sürdüren partilerin tümü etkilendiler ama birçoğu varlıklarını sürdürebildiler. Özellikle komünist hareketin tarihsel ve ideolojik gelişim süreci içinde başından beri var olan; örgütsel yaşamı Sovyetler Birliği’nin desteğine bağlı olmayan komünist partileri, ideolojik açılım ve tartışmalarını da geliştirmişler; Gorbaçov liderliğinde sürdürülen ideolojik tartışmalara da katılarak tavırlarını sergilemişlerdir. Yine de dünya “komünist hareketi”nin tarihsel ve ideolojik gelişim süreci içinde Sovyetler Birliği’nin dağılması ile gelen likidasyon dalgası bu partileri farklı biçimde etkiledi. Tarihsel olarak toplumla güçlü bağlar oluşturabilmiş komünist partiler ile bu süreci aynı biçimde yaşamamış partiler değişik sonuçlar ile yüzleştiler. Kıta Avrupa’sının köklü partilerinden, bir iç savaş yaşamış Yunanistan Komünist Partisi güç kaybederek de olsa varlığını sürdürürken yine iç savaş yaşamış İspanya Komünist Partisi ve İtalyan Komünist Partisi sadece likidasyon süreci yaşamamış aynı zamanda ideolojik olarak da savrulma yaşamıştır ve dağılmışlardır. Fransız Komünist Partisi de süreçten payını almış, kurumsal yapısını korusa da toplum üzerindeki etkisini neredeyse tamamen yitirmiştir. Örgütsel yaşamı Sovyetler Birliği’nin desteğine bağlı ve illegal bir parti olarak yurt dışında varlığını sürdüren Türkiye Komünist Partisi derinden etkilenen partilerdendir.

TÜRKİYE KOMÜNİST PARTİSİ (TKP) VE TÜRKİYE’DE YAŞANANLAR

TKP dünyanın ilk komünist partilerin den biri olarak tarih sahnesine çıkmıştır. Doğu Halkları Kurultayı’na katılan ve Sovyetlerin kuruluşuna tanık olan bir kadro tarafından kurulan parti Anadolu’da süren anti-emperyalist mücadeleye katılmaları engellense de (ki bu konu üzerinde pek çok tartışma vardır) Cumhuriyetin kuruluşunu takip eden yıllarda varlığını sürdürerek çalışmalar yürütmüştür.

Böylesine köklü bir tarihi olan TKP, Sovyetlerin çöküşünü izleyen yıllarda tam bir likidasyon yaşamış ve varlığı sona erip tarih sahnesinden çekilmiştir. Yerine yeni komünist partiler kurulmuş, bu yeni partiler her ne kadar TKP’nin tarihsel mirasına sahip çıksalar da hem ideolojik hem de kadro olarak yeni bir dönemin ürünü olmuşlardır.

TKP ÜZERİNE BİRKAÇ NOT

Bu yazının konusu TKP’nin tarihsel incelemesi olmasa da likidasyonu anlamak için belli başlı bazı gelişmelere bakmak yararlı olacaktır.

1920 yılında kurulan TKP, o yıllardan 40’lı yıllara gelinceye dek, zamanın entelektüel çevreleri üstünde önemli bir pozitif etkiye sahipti. Tek parti yönetimine yönelik neredeyse tek tutarlı ses TKP’den, onun çevresindeki sempatizanlardan geliyordu. O yıllar partinin mücadelesinin ana eksenini Türkiye’nin demokratikleşmesi oluşturuyordu. Bunun bir kaç nedeni vardı; birincisi partinin işçi ve emekçi kesimleriyle bağı çok güçlü değildi ve yapısı bir aydın muhalefetini andırıyordu; ikincisi Sovyetler’in desteği ile ayakta durduklarından ideolojik önceliği o yıllarda (özellikle 2. Dünya Savaşı yıllarında) Sovyetler’de ve Üçüncü Enternasyonal’de hâkim olan emperyalist kapitalist bloğa ve Alman tehdidine karşı “Anavatanı savunma” çizgisiydi. TKP’nin ülke içindeki ideolojik ve örgütsel mücadelesi ilk yıllardan itibaren Türkiye’deki toplumsal değişim talebinden çok Sovyetler’in ihtiyaçlarına göre şekillendi. O yıllarda emperyalist-kapitalist ittifakların dışında kalmış ve Sovyetler’e dost yapısı olan bir Türkiye, Sovyet yöneticileri tarafından yeterli idi. Komünist radikal bir ideolojik çizgi, Türkiye’de anti-komünist bir iklimin yeşermesi ve iktidarın tamamen Batıya yanaşması sonucu doğurabilir ve Sovyetler’i zor durumda bırakabilirdi.

Bu şekillenme Türkiye’deki ağır yasal zorluklarla (sendika yasağı, parti kurma yasağı vb.) birleştiğinde parti aydın bir kesim içinde örgütlenmiş, siyasal çizgisi de “yasakların ortadan kaldırılması ve demokratikleşme” talepleri üzerinde yükselmiştir.

Böylesi bir çizgi hızla TKP kadrolarını dönemin “demokrat” ve liberal çevreleriyle tek parti yönetimine karşı birlikte muhalefet etme çabaları içine sokmuştur.

Burada özellikle TKP’nin Demokrat Parti kurucuları ve dönemin liberal çevreleriyle tek parti yönetimine karşı birlikte muhalefet etme çabalarını anmak gerekir. Yaşananlar TKP’nin siyasal mücadeleyi “kadro yapısına ve Sovyetlerin yönlendirmesine” uygun olarak demokrasi mücadelesine sıkıştırmasıyla sonuçlandı.

Sağcılar ve liberallerle ortak taleplerle sürdürülen bu mücadele Tan Matbaası baskını provokasyonuyla sona erdi. Tek parti yönetiminin sona ermesi ve eski mücadele ortaklarının iktidara gelmesinin sonuçları TKP açısından yıkıcı oldu. O yıllarda başlayan Batı ve Sovyetler arasındaki Soğuk Savaş, Amerikancı Demokrat Parti iktidarı ile birleştiğinde siyasal iklim hızla değişti. Türkiye Batı tarafında konum aldı ve sonrasında Türkiye’nin NATO’ya girişiyle birlikte olağanüstü şiddetli bir anti-komünizm ve anti-Sovyetizm dalgası ülkeyi sardı. Dönemin iklimindeki bu sert değişimin etkileri, hem komünistleri hem de TKP dışındaki “demokrasi taleplerini” sindirdi. 1951 Tutuklamaları ile aydın kesim içindeki neredeyse tüm kadrolarını kaybeden TKP’nin 1950’li ve 1960’lı yıllarda Türkiye’de örgütsel bir varlığı kalmamıştı.

Artık TKP bir mülteci örgütüydü! O yıllara dek süren ve Sovyetlere ideolojik ve tarihsel bağlılık yeni bir döneme evrilmişti: Artık maddi bir bağımlılık da TKP-Sovyetler ilişkisine eşlik ediyordu. Eski Türkiye İşçi Partisi (TİP) başkanlarından Sadun Aren bu konuyu şöyle vurgulamıştır:

“TKP’nin sönümlenmesine iki çerçevede bakmak gerekir. Birincisi Sovyet ideolojisinin mücadeledeki önemi ve tarihsel bağımlılık, bir de maddi bağımlılık. Bir tanesinin yok olması yetmiyor, diyelim ki maddi olanaklar çekildi; bu sarsar tabii partiyi, ama ideolojik olarak da yol gösterici olmaktan çıkınca, ideolojik bağımlılık içinde kendi kendilerine üretkenliği olmayınca, Sovyetler Birliği çökünce TKP de yok oldu. Yoksa, Sovyetler Birliği çöktü, bunlar da ayrıca çöktüler değil, beraber çöktüler aslında.”1

Yine kısmi de olsa Sovyetik bir parti olan TİP, TKP’den farklı özellikler barındırıyordu. Yerli bir hareketti ve 1947 yılında ilk sendikalar kanunun çıkarılması ve ilk kez yasal zeminde kurulan sendikalar eliyle yürütülen faaliyetlerin üzerinde yükselmişti. İşçi ve emekçi kitlelerle başlangıçta zayıf da olsa ilişkiler kurabilmiş ve bugünkü sol akımların -bağrından çıkan tartışmalarla- oluşmasına ebelik yapmıştı. Bugün Türkiye’de sosyalistler arasındaki farklılıklar ve tartışmalar TİP içerisinde olgunlaşmış, farklılaşanların kendi çizgilerini oluşturup ayrılmalarının ardından varlığını sürdürmüştür. Kimi zaman da Sovyetler Birliği yöneticilerinin siyasi yönelimlerine karşı duruşlar TİP içinde vücut bulmuş bazen de ana çizgi haline gelmiştir. Bugün likide olan tarihi TKP’nin mirasını devralan günümüz TKP’sinin kadroları da TİP çizgisi ve geleneği içinden çıkmıştır.

TKP’DE SONA DOĞRU

Komünist Enternasyonal’in varlığına 1943 yılında son verilmiş olsa bile, onun gelenekleri, SBKP’nin diğer komünist partiler üzerindeki otoritesi ve ağırlığı, şu ya da bu oranda, sosyalist sistemin dağılmasına ve Sovyetler Birliği’nin varlığının sona ermesine kadar sürmüştür. Kendi ülkelerinde yasal örgütlenme, yığınsal bir tabana dayanma imkânı olmayan, yönetimleri şu ya da bu sosyalist ülkede sığınmacı durumunda olan komünist partilerin “büyük abileri”nin olmaması eşyanın tabiatına aykırıdır. Büyük abilerin denetiminde ve yönlendirmesinde oluşturulan TKP’nin Sesi Radyosu, Ekim Devrimi’nin 50. yıldönümünün arifesinde, 1967 yılının Mayıs ayında yayına başladı. Her ayın ilk Perşembe günü saat 19:45’te, Orta Dalga 904 metre üzerinden yayın yapan TKP’nin sesi Radyosu yayınları, öncelikle Batı Avrupa’ya çalışmak için gelen Türkiyeli işçilere yönelikti. Artık Türkiye’den bakınca TKP bir radyoydu.

O yıllarda Türkiye’nin sol gündemi TİP içindeki tartışmalar, yaşanan bölünmeler ve kurulan yeni Marksist yapılardı. Silahlı mücadele başlamış, devrimci fikirler tüm ülkeye yayılmıştı. Rejim kendini NATO güdümlü bir darbeyle savundu. Bir baskı dalgası ülkeyi bir şal gibi örtmüş, her türlü demokratik talep burjuvazinin sert duvarlarına çarpmaktaydı.

12 Mart 1971 askeri darbesiyle ağır bir yara alan sol-sosyalist parti ve gruplar arasında, mücadelenin sadece yasal yollardan kazanılamayacağı, illegal örgütlenmek gerektiği yönündeki düşünceler hızla taraftar topluyordu. En çok Türkiye İşçi Partisi saflarından, ama sadece onunla sınırlı kalmamak üzere, 12 Mart yenilgisinin nedenini illegal örgütlenen ve “uluslararası komünist hareketle” bağları olan Marksist-Leninist bir komünist partinin eksikliğine bağlayan bazı gençler Türkiye Komünist Partisi (TKP) ile ilişki kurma, o partinin saflarında örgütlenme çabasına giriştiler.

TKP’nin yurtdışındaki merkezinin ve yöneticilerinin hiçbir gayreti olmadan çok çeşitli siyasi görüşlerden insanlar kendiliğinden partiye katılıyorlardı.

Bu katılım ideolojik bir zeminde sürmediği için “Yurtdışı” parti yönetimine ve çizgisine etki de etmiyordu. Ülkede genişleyen TKP varlığı kısmen işçileri de kapsasa bile genel olarak orta sınıf bir karakter kazanmıştı. Avukatlar, sanatçılar, yazarlar öne çıkıyordu. Sendikal çalışmalar gelişmiş, yeni kadroların bir kısmı sendika uzmanları haline dönüşmüş ve sendika yöneticileri ile birlikte harekette ağırlıklı bir yer edinmişti. TİP’li kadroların çocukları bu yeni yönelimin içinde ağırlıklı yer aldılar. Öğrenci gençlik ve bu gençliğin bir kısmının SSCB çizgisi dışında bir arayışa giren devrimci yönelimleri sürece damgasını vurdu. Kemalist damarın kaybedildiğini düşünen küçük burjuva radikalizmi kısmen bu dönemde siyaset sahnesine çıktı. Giderek bölünmeler yaşandı ve bu bölünmeler dünya sosyalist hareketindeki izlekleri takip etti. SSCB ve Çin arasındaki bu gerilim ve kamplaşma Sovyet çizgisindeki sorunların görünmez olmasına neden oldu. Aynı biçimde kamplaşmanın Türkiye’ye taşınması, Sovyetler Birliği karşıtı ve Çin yanlısı sol hareketlerle yaşanan çatışma ve gerilimler TKP’nin yapısının sorgulanmasını engelliyordu ve değişim şansını ortadan kaldırmıştı.

Ülke içindeki yeni durum kendi mücadelesinin bir sonucu olmadığı için TKP’nin genel olarak sınıf vurgusunun artmasına rağmen “demokrasici” karakterini değiştirmemişti. Onlar hala Sovyet propagandası şemsiyesi altında yaşıyorlardı.

Örneğin, TKP Merkez Komitesi 12 Eylül 1980 faşist askeri darbesinin ardından yaptığı politik durum değerlendirmesinde, cuntanın “biz sadece terörizme karşıyız” ve “Sovyetler Birliği’yle iyi komşuluk ilişkilerini sürdüreceğiz” demagojisini ve “Alpaslan Türkeş ile ülkücü katillerin tutuklanmasını” esas alarak, darbenin faşist nitelik taşımadığını, Kenan Evren cuntasının ılımlı bir askeri cunta olduğunu öne sürdü. Faşizme karşı aktif direniş stratejisi yerine geriye çekilme ve küçülerek kendini koruma stratejisi önerdi. Bu değerlendirme parti örgütlerinin yoğun tepkisiyle karşılaştı ve düzeltilmesi istendi. Düzeltme yerine hatalı durum değerlendirmesini haklı gösterecek teorik gerekçeler üretildi. Arjantin Komünist Partisi’nin dönemdeki liderlerinin Arjantin faşist askeri cuntasıyla uzlaşmayı esas alan ve binlerce devrimcinin kaybından sorumlu caniler cuntasını “teröristlerle mücadele eden ılımlı askeri yönetim” olarak alkışlayan faşist-işbirlikçisi çizgisini mekanik olarak Türkiye’ye uyarlayan ve örnek gösteren bir belge parti örgütlerine dayatıldı. [Arjantin Komünist Partisi bir süre sonra faşizm işbirlikçisi bu çizgiyi mahkûm etmiş, sorumlu yöneticilerini partiden ihraç etmiştir]. Bu da aslında Sovyetik komünist partilerin dünyanın iki ayrı coğrafyasında nasıl benzeştiğini göstermesi açısından güzel bir örnektir.

İşçi sınıfına ve emekçi halka karşı acımasızca saldıran, sınıf ve kitle sendikacılığını dağıtan, DİSK›i kapatan, sendikal faaliyetleri yasaklayan, sosyalist partileri kapatan, işçi sınıfının politik ve kültürel örgütlerini yok eden, devrimci örgütleri baskı altına alarak on binlerce devrimciyi Diyarbakır, Metris ve Mamak zindanlarına tıkan, tüm ülkeyi bir toplama kampına çeviren, yaşı on sekiz bile olmamış komünistleri ve devrimcileri idam eden, anayasayı ortadan kaldıran kanunsuz faşist cuntanın yaptıkları ortadayken merkez komitesinin bu tutumu durumu anlatmak için bulunmaz bir örnektir.

Bu arada çeşitli iç çatışma ve tasfiyelerden sonra, TKP üst yönetimini ele geçiren, başını Haydar Kutlu’nun çektiği “Partizan” grubu, TKP tutuklularının mahkemelerde siyasi savunma yapmasını yasakladı.

Sovyetler Birliği’nde Gorbaçov’un başa geçmesinden ve “yeni politik düşünce” uygulamalarının başlamasından sonra, Haydar Kutlu yönetimi “Barış ve Ulusal Demokrasi Alternatif Programı”nı kabul etti. Değişim at başı gidiyordu. SSCB değişiyor iyice sağa kayıyor TKP kendini bu değişeme adapte ediyordu.

TKP kendisini ve görüşlerini gözden geçirip örgütsel yapısını, programını, politik hedeflerini yenilemeye başladı. “Demokrasi sosyalizme giden yolda bir araç olarak görülmemeliydi; demokrasi, eksiksiz özgürlükler ve çoğulculuk olmadıkça sosyalizm de olamazdı.” TKP kendi içinde yaşadığı Sovyetik dönemin özeleştirisi yapmış, çıkardığı sonuç demokrasi eksikliği olmuştu. Artık demokrasi “eşitlik” prangasından kurtulmuştu. TKP kadroları SBKP üst yönetimi ile paralel olarak bir süreç izliyorlardı.

LİKİDASYONDAN ÖNCE BİRLİK

12 Eylül Darbesi’nden sonra yöneticileri yurt dışına çıkan TİP ve TKP uzun süren tartışmalar ve toplantılar sonunda yapılan kongrelerinde alınan karar sonucu birleşmeye karar verirler. TKP Genel Sekreteri Haydar KUTLU (Nabi Yağcı) ve TİP Genel Sekreteri Nihat SARGIN her iki partinin birleşmesi ile oluşan Türkiye Birleşik Komünist Partisi (TBKP)’yi Türkiye’de yasal olarak kurmak ve ülkenin demokratikleşme sürecine daha etkin katılmak amacıyla Türkiye’ye dönme kararı aldıklarında henüz Berlin duvarı yıkılmamış, SSCB dağılmamıştır ancak SBKP’de değişim başlamış, “Glastnost” ve “Perestroyka” adıyla sosyalizmden geri dönüş başlamıştır. Kutlu ve Sargın bu karar çerçevesinde 16 Kasım 1987 günü uçakla Ankara’ya gelir. Uzun günler süren sorgularının ardından da tutuklanırlar.

4 Haziran 1990 günü, aralarında Nabi Yağcı ve Nihat Sargın’ın da bulunduğu kurucular kurulu tarafından, TC. İçişleri Bakanlığı’na kuruluş dilekçesi verilerek, Türkiye’nin ilk legal Komünist Partisi olarak, Türkiye Birleşik Komünist Partisi (TBKP) adıyla yasal olarak kurulur.

Yapılan Kurucular Kurulu toplantısı sonunda Türkiye Birleşik Komünist Partisi Genel Başkanlığı’na Nihat SARGIN, Genel Sekreterliğe de Nabi YAĞCI seçilirler. TBKP, ilerleyen yıllarda Türkiye’de sürmekte olan sosyalistlerin geniş birliği çalışmaları kapsamında kongresinde aldığı kararla Sosyalist Birlik Partisi (SBP) oluşumuna katılır. Ardından ilerleyen süreçte Sosyalistlerin Birlik Partisi’ne, oradan Birleşik Sosyalist Parti (BSP)’nin oluşumuna, BSP de Özgürlük ve Dayanışma Partisi (ÖDP)’nin kuruluşuna katılır. Artık TKP maziye karışmıştır. Haydar Kutlu’nun deyimiyle “ifade ve örgütlenme özgürlüğü ve demokrasi için” kendini feda etmiştir. Göründüğü kadarıyla sosyalist bir dönüşümün programının yerini sınıf bağlamı tanımlanmamış burjuva ölçeğinde bir “demokrasi” hedefi almıştır.

PEKİ NEDEN BÖYLE OLDU?

2 Madde olarak cevaplanabilir bu soru.

1) Öncelikle bu sorunun cevabı TKP’nin geçmişinde aranmalıdır. Tek parti yönetiminde yaşananlar ve o dönemdeki demokrasi çizgisi, 1950 sonrası yurtdışı kadrolarında devam etmiş. Geçen yıllar içinde ülkede yaşanan değişimlerden kopulmuş ve kendi mücadele çizgilerinin özeleştirisini yaparlarken, batıda gelişen “reformist solun” “radikal demokrat eleştirilerini” kılavuz olarak kullanmalarına kadar gitmiştir süreç.

2) Sovyetler Birliği’ne hem ideolojik hem de örgütsel bağlılığın yarattığı maddi koşullar TKP’nin kendine özgü Türkiye şartlarına uygun yerel bir siyaset geliştirmesine engel olmuş, her durumda SBKP’nin ve Sovyetler Birliği’nin ihtiyaçlarına uygun bir ideolojik yönelimin içinde bulmuştur kadrolar kendilerini.

Son Genel Sekreter Nabi Yağcı’nın ağızından durum şudur: “Eskiden durum açıktı. İşçi sınıfının önderliğinde bir devrim tasarlanıyordu. Günümüzde işçi sınıfının böyle bir önderlik rolü yok artık. Ayrıca geçen yüzyılın kapitalizmiyle bugünün kapitalizmi de farklı. Sol o zaman burjuvaziyle proletaryanın mücadelesinde proletaryanın tarafıydı. Ama bugün sınıf mücadelesi sadece proletarya ile burjuvazi arasında geçmiyor. Başka sınıf kavgaları da yaşanıyor.”2

Sosyalizme yönelik kapitalist dünyanın bağrında gelişen burjuva düşünceler TKP’nin siyasal özeleştirisini oluşturmuş, bir kez daha kendi deneyimlerine dayanmayan ithal bir çizgi bulunmuştu. Bir kere “siyasi ithalatçı” haline gelince bu bir yaşam biçimi halini almıştı kuşkusuz. Hızla Türkiye içindeki “Radikal demokrat” çizgiler ile Postmarksist yorumlar TKP elitlerini içine çekmiş, orta sınıf talepleri, işçi sınıfı taleplerinin yerini almıştır. Yine Nabi Yağcı’nın ağızından bu durum şöyle ifade edilmektedir:

 “Bizim kafamızda sosyalizmin ekonomi politiği olarak şöyle bir şablon vardı: Her şey kamulaştırılacak. Böylece devletçi bir ekonomi önceden hazır olacak. Sonra işçi sınıfı devleti ele geçirdiğinde bütün o kamulaştırılmış şey, hop diye sosyalist ekonomi oluverecek. Kafalardaki bu yanlış şablon yüzünden bizde sol hala devletçilikten kurtulamıyor. Oysa sol kapitalizmin önünün kesilmesinden değil, aksine kapitalizmin bir ülkede hızla gelişmesinden yanadır… Üretim güçlerini kim geliştiriyorsa sol onun yanında olmalıdır. Piyasaya dayalı dışa açık ekonomi ise üretim güçlerini geliştirir. Sol, devletçi kapitalizmin, dışa kapalı devletçi ekonomisinin yanında olamaz. Çünkü devletçi ekonomi üretim güçlerini geliştirmez. Sol demokrasiyi geliştirerek ekonomiyi büyütmeyi savunmalı… Sol neyin tarafı olduğu sorusuna yanıt bulamıyor…  Eğer ülkede bir değişim varsa ancak o dalganın üstüne çıkarak sol bir değişim yaratabilir… Burada sol dediğim bir siyasi parti olabilir, bir sol fikir çevresi de olabilir veya sen, ben olabiliriz. Çünkü bugünün Türkiye’sinde, enformasyonun imkânlarıyla kanaat önderleri bir siyasi partiden daha önemli hale geldiler.”3

Yeni dönemde TKP için anahtar kelimeler; değişim, demokrasi, serbest piyasadır.

“Sol ve sosyalizm”, Yağcı’ya göre, farklı siyasetlere eklemlenebilen ve siyasal olarak amorf ve renksiz bir güçtür. “Sol”un ve “solcu”nun tanımı; sola dair özsel ilkeler belirlemekten kaçındığı için de belirsizdir. Böyle bir iklimde “parti” kavramı gerekli olmaktan çıkmış, siyasi mücadele, dernekler, STK’lar eliyle yürütülen bir şey olabilir algısı aşağıya doğru yaygınlaştırılmıştır.  “Kapitalizmin hızla geliştirilmesi” hedefi, partinin yeni durumunu bütün çıplaklığıyla ortaya koymaktadır.

Bu siyasi yeni duruş kimi istisnai durumların varlığına rağmen (partinin orta kademe kadroları 1970’li yılların ikinci yarısında politikleştiği için Marksist damarları daha güçlüydü ve çeşitli itirazlar da bu kadrolardan geldi.) hızla Türkiye’de kapitalist bir restorasyonun destekçisi haline getirdi kadroları. Bu da AKP iktidarı oldu.

Yağcı’ya göre “AKP Türkiye’nin rönesansını ajite etti. Çünkü bu Rönesans askeri bürokratik vesayetçi rejime ve onun Kemalist ideolojisine karşı gelişti. Vesayetçi rejimde eleştiri yoktur. Rönesans ise her şeyi eleştirir…

Eğer AKP iktidarda olmasaydı askerin Anayasa Mahkemesi’nin, Yargıtayın tepkisi bu kadar şiddetli olmayacaktı. İşte bu siyasi ve sosyal gerilim aynı zamanda müthiş bir enerji demektir. Bu enerji AKP’yi de aşan bir şekilde geleneksel devleti çatlatıyor…”4

 TKP’liler için soldaki yeni siyasi hareketler artık bilinçli işçi sınıfına ya da sınıf mücadelesine dayanmıyor. Benzer şekilde sağda da, ekonomik pazarlardaki devlet müdahalesindense, esas ilgi devletin artan baskıcılığına yöneliyordu. “Yeni” bir dönemin “yeni solu”ydu artık TKP’nin eski kadroları!

KIBRIS’IN KUZEYİ VE CTP

TKP’nin içinde bulunduğu durum Kıbrıslı Türk komünistler açısından da önemliydi. Sonuçta geçmişte AKEL etrafında kendini ifade eden Kıbrıslı Türk komünistlerin önemli bir kısmı 1974 sonrası kendilerini 1970 yılında kurulan CTP içinde ifade etmeye başlamışlardı. 1974-1991 arası genel olarak Sovyetik bir çizgi içinde olduğunu söyleyebileceğimiz parti Sovyetlerin yıkılmasından ve TKP’nin yeni yönelimlerinden derinden etkilenmiştir. TKP gibi bir yurtdışı yapısı olmamasına rağmen CTP’nin de 74 sonrası bir “yurtdışı kıblesi” halen vardır ve hatta üç tanedir. Bir yanda SBKP diğer yanda AKEL ve son olarak TKP. Kıbrıslı Komünist öğrencilerin 70’li yıllarda Türkiye’de sürdürdükleri öğrencilik faaliyetleri Sovyetik yönelimleri ile birleştiğinde TKP ile kurulan ilişkiler dönüşlerinde Kıbrıs’a taşınmış ve ideolojik bir ortaklık güçlenmiştir. Öğrenciler Türkiye’de bulundukları sırada kısmen kendilerini ayrı tutarak da olsa TKP çizgisindeki örgütler içinde ifade etmişlerdir.

AKEL ile sürdürülen tarihsel temas ve kuzeyde yaşananlar, partinin siyasal çizgisini “Kıbrıs Sorunu”nun çözümü üzerinde yükseltmiştir. Her durumda Kıbrıs Sorunu üzerinde kendini ifade eden parti SSCB’nin yıkılışından itibaren ideolojik önderliğini yitirmiş bir halde kalmış, kafası kesilmiş tavuk misali etrafta koşuşturmuştur.

CTP’nin bu yeni döneme uyumu tarihe karışan TKP çizgisinin dönüşümüne paralel olmuştur. 1993 yılında çıkardıkları yeşil parti broşürü ile CTP, temel meselenin “demokrasi” olduğunu keşfetmiş, broşürün teorik giriş bölümünde demokrasi “soyut bir ideal olarak değil, toplumsal gelişme için gerekli ve hatta zorunlu bir temel öğe olarak” tarif edilmiştir. CTP kadroları da TKP gibi sınıf vurgularını silikleştirerek “demokrasiden başka bir yol yoktur” şiarını yükseltmişlerdir. Ancak bunu yaparken bu demokrasiyi “sosyalist bir demokrasi” olarak bile tarif etmeye ihtiyaç duymamışlar, kapitalizm içerisinde “kalkınmak ve daha mutlu yaşamak” için gerekli olan tek şeyin demokrasi olduğunu ifade etmişlerdir. Broşürde yazılanlardan da anlaşılacağı biçimde mücadelenin odağına, “devletin sivilleştirilmesini, küçültülmesi” hedefini koyup bunu anayasal güvence altına almayı savunmuşlardır.

CTP kadrolarının da Sovyetlerin çözülmesi karşısında ürettikleri “yeni” yol, Batı Avrupa merkezli postmodernizmin gösterdiği yöndür. Sınıf vurguları silikleştirilerek, yöneten-yönetilen, sivil toplum gibi tanımsız ve bağlamından koparılarak kullanılan kavramlar öne çıkarılmıştır. Küçültülecek devlet aygıtı hedefe konmuş, Kıbrıs Sorunu’nun çözümü için tüm yetkilerin Meclis’te toplanması gerektiği ifade edilmiştir.

Yıllar içinde CTP’nin güçlenmesini takiben parti içindeki ve onun devletle ilişkisindeki uzun dönemli, büyük ölçekli yapısal değişimler birbirini izlemiştir. CTP vakıasında sonucu belirleyen değişim, sosyal ve sınıfsal mücadele önerilerinden kapitalist ilişkilerin merkezinde yer aldığı seçim eksenli politikaya doğru gerçekleşen değişimdir. Her ne kadar legal bir siyasi partinin seçimleri hedeflemesi anormal gözükmese de, devrim ve sosyalizm hedefleri artık CTP için mazide kalmıştır. 1992’de başlatıldığı söylenen çalışma “Artık Her Şey Daha Güzel Olacak” başlıklı broşürle ete kemiğe bürünmüş gözüküyor. Bankacılık sektörünün nasıl çalışacağından ve müdi ile olan ilişkilere kadar her şeye yer veren broşürün yer vermediği “sosyalizm” ve “devrim” kavramlarıdır. Tek bir yerde bile geçmemektedirler.5

CTP büyük abisi TKP’yi sollamış, TKP’nin utangaçca söylediği şeyleri tüm açıklığıyla savunmaya başlamıştır. CTP her düzeyde kapitalist devlete iliştirilmiş bir “parti” haline gelmiştir ve sonuç olarak, seçimler vasıtasıyla yeniden çevrime giren çok sayıda küçük burjuva meslek sahibini (küçük ve orta büyüklükte işletme sahiplerini), sendika bürokratlarını, yukarı doğru hareketli (sınıf atlama çabasındaki) eski-militanları, eski-devrimcileri kendine çekmiştir. Bir ikame süreci yaşanmıştır. Burada düzen sınırlarını benimsemiş seçime dayalı parti modeli, halk örgütlenmesi ve sınıf örgütlenmesi önerilerinin yerine geçmekte, seçilmiş yöneticiler toplumsal ve sendikal mücadelenin liderlerinin yerini almakta ve ulusal siyasi liderlerin anayasal manevraları sendikaların ve toplumsal hareketlerin yerine geçmektedir.

Emperyalist kapitalist ilişkiler, seçim-sandık ilişkisi ve sonucuna sıkışan kitle partilerini iş dünyası yanlısı “sistem” partilerine dönüştürmektedir. CTP’nin başına gelen de budur. Son seçimlerde gözlemlediğimiz burjuvazinin temsilcilerinin seçimlerde “aday” gösterilmesi 90’ların başında gerçekleşen dönemin bugün geldiği noktadır.

Dünyadaki tüm tarihsel ve ampirik veriler, kapitalist devletin anayasal yapılarına iliştirilmiş elitist liderlerin, sonunda yabancı ve yerel, sanayi ve mali elitlerin çıkarlarını en iyi kimi yöneteceği üzerinden diğer burjuva partilerle rekabet ettiğini göstermektedir.

CTP’li Cumhurbaşkanı Talat’ın “Türkiye’de yaşasaydım oyumu AKP’ye verirdim” söylemi onun yukarıda aktardığım “Türk Rönesansının mimarı AKP’dir” diyen TKP Genel Sekreteri Nabi Yağcı ile aynı pozisyonda olduğunu, onun Kıbrıs seksiyonu olduğunu göstermiştir. İdeolojik birlik sürmektedir. CTP, TKP’nin yapamadığını yapmakta, savunulanı ete kemiğe büründürmektedir.

Artık bu kitle partisinin sadece mevcut sistem zemininde politikaya kaymasında temel değişim sınıfsal niteliğindedir: CTP artık sosyal referansı sermaye sınıfı olan, yukarı doğru hareketli hırslı alt orta sınıf meslek sahiplerinin partisi haline gelmiştir. Bu gelişmelerin ardında, seçilmiş yönetici politikacıların maddi koşullarındaki bir değişimi yansıtan sınıf-bilincindeki bir değişim bulunabilir. Bu solcu emek-yönelimli politikacıların işçi sınıfı ve yoksullar arasında oy desteği ve oy toplama kapasitesi büyük iş âlemiyle çıkar müzakere etmek için pazarlık kozu haline gelmektedir.

CTP’nin Kıbrıs’ın kuzeyinde özgün yerel sorunlar nedeniyle güçlenmesi ve hükümete gelmesi onu TKP’den farklılaştırmış, değişimin daha da ilerlemesine ve mantıki sonuçlarına varmasına neden olmuştur.

CTP’nin “yeni seçimci politikacılar sınıfı”, artık tüm dünyadaki benzerleri gibi aşağıya ve işçi sınıfından eski yoldaşlarına değil, yukarıya ve yönetici sınıftan müstakbel dostlarına bakmaya başlamıştır. Benzer gelişmelerin, devletle ilişkisinde CTP’nin etkin olduğu sendikal hareket içinde de ortaya çıktığı görülmektedir. Örneğin, yukarı doğru hareketli bu sendika yöneticileri özel sektörde çalışanları, işsizleri, kent yoksullarını, iş sahibi işçilerle, kamu çalışanlarıyla genel grevlerde örgütlemek için ve özel sektör çalışanları için sendika mücadelesi yapmak üzere aşağı bakmak yerine milletvekili adayı ve bakan olmak, yönetmek için yukarı bakmaktadır.

Sovyetlerin yıkılışının hem TKP’de hem de CTP’de ortaya çıkardığı sonuç geleneksel soldan uzaklaşmak oldu. Radikalize olmuş orta sınıf partilerine dönüşen bu tarz yapılar için geleneksel sol, kapitalizmi yıkma isteğiyle çok radikaldir ve iktidardan değişiklik gerçekleştiremeyecek kadar uzaktadır. Artık CTP radikalleşmiş (ama radikalliğini de parça başı siyasi taleplerde ifade eden postmodern yapılardaki) orta sınıf, yakın zamana kadar yukarı yönlü sınıf atlamaya özenen ancak artık yollarının sağ kanat ve sosyal demokrat partiler tarafından dayatılan kemer sıkma politikalarıyla kapatıldığını keşfeden kamu çalışanlarını, iş dünyasını ve profesyonelleri kapsamaktadır.

Sınıf mücadelesi, sınıfın bizzat kendisi tarafından ve kendi partileri tarafında yönetilmek mecburiyetindedir. TKP ve CTP’nin tarihsel sürecinin bize öğrettiği budur.

Dipnot:

1 Naciye Babalık, “Türkiye Komünist Partisi’nin Sönümlenmesi”, İmge Yayınları, 2005, Ankara.

2 Neşe Düzel, “Eski TKP Genel Sekreteri” Nabi Yağcı’yla röportaj, Taraf gazetesi, 30.06.2008 ve 01.07.2008 tarihli sayıları.

3 Age.

4 Age.

5 “Her Şey Daha Güzel Olacak”, Cumhuriyetçi Türk Partisi Broşürü, 1993, Lefkoşa