Ali Şahin
Sanattan siyasete, mimariden edebiyata kadar çok geniş bir alana yayılmasına rağmen politik olarak hemen hemen hiç bir öznenin kendini onunla adlandırmadığı bir kavram olan postmodernizm, bu sahiplenilmeyen karakteri gereği kısaca tanımlanması çok zor bir düşünce biçimidir. Bu zorluğun arkasındaki esas sebep ise postmodernlerin radikal bir kisveyle sırtlarını “tanım reddine” dayamalarıdır. Bu hareket tarzı postmodernlere güçlü bir manevra kabiliyeti verir, çünkü tartışma zeminini istediği kayganlıkta tutabilme ayrıcalığına sahip olurlar. Bu yüzden de tüm zorluklarına rağmen olabildiği kadar bütünlüklü bir postmodernizm tanımı yapma sorumluluğunu onun karşısında duranlar, bilhassa da Marksistler yerine getirmiştir.
En basit haliyle söylemeye çalışırsak postmodernizm; akıl yoluyla bilenebilir nesnel bir gerçekliğin olmadığı, esas olanın söylem olduğu ve her öznenin kendi söylemiyle kendine ait ve bir bütünlük içinde ele alınamaz bir gerçeklik yarattığı anlayışına dayanır. Bu yaklaşımları gereği somut dünyanın anlaşılmasının mümkün olmadığını iddia eden postmodernler, onu değiştirme çabasının da anlamsız hatta yanlış olduğunu ve bu yanlışlığın akla ve bilime merkezi bir rol vermekten kaynaklandığını savunurlar. Modernizme olan itirazları da, modernizmin dinin asırlardır süren egemenliğinin karşına akılla çıkan Aydınlanmaya dayanmasıdır. İnsanlığın ilerleyişinde açıklanabilir nedensellikleri yok sayan ve tüm bilimlere kuşku ile yaklaşan postmodernlere göre her türlü değişim tesadüfidir ve ne savunduğunuzdan bağımsız olarak dünyayı bir bütün olarak ele almak ve değiştirmek için çabalamak kaçınılmaz olarak totalitarizme varacaktır. Bu yönüyle de dünyayı bir bütün olarak ele alan ve bütünsel önermeler yapan tüm fikirler yanlıştır. Çünkü postmodernizme göre bir bütün yoktur, sadece parçalar vardır ve bu parçalar hakkında yapılan söylemler de herkesin kendi gerçekliğini yansıtır. Bu söylemleri doğru ve yanlış şeklinde tanımlamak veya mantıksal bir hiyerarşi içinde ele almak da aynı derecede yanlıştır.1 Pek çok farklı konuda farklı farklı, hatta yer yer birbiriyle çelişen postmodern söylemler olsa da en genel anlamıyla felsefik olarak postmodernizmi bu şekilde özetleyebiliriz.
Her ne kadar bu yazının esas konusu postmodernizmin felsefi eleştirisi olmasa da tanımını yapmaya girişmişken eleştirisini yapmadan geçmek etik olarak sorunlu olur. Bu yüzden kısaca tanımlamaya çalıştığımız postmodernizmin yanlışlığına da kısaca değinmeliyiz.
Öncelikle dünyanın anlaşılabilir ve değiştirilebilir olmadığı, yaşanan dönüşümlerin arasında bir nedensellik ilişkisi bulunmadığı anlayışından başlayalım. Bu yaklaşım, her şeyden önce insanlığın asırlar içinde yaşadığı dünya hakkında sahip olduğu bilgi birikimini ve bu biri kime bağlı olarak binlerce yıldır yaşadığı dönüşümü tesadüfi kabul ettiği için yanlıştır. İlkel dönemlerde yapılan ilk aletlerle bugün kullandığımız internet teknolojisi arasındaki ilişkinin insanlığın doğayı anlayıp ondan yararlanabilme becerisinden bağımsız olduğunu iddia etmek saçma bile değildir. Doğayı anlamak ve ona göre yaşamak konusunda yol kat etmiş bir insanlık olmasaydı muhtemelen insanlık da günümüze en azından bu haliyle gelemezdi. Öte yandan toplumsal dönüşümlerdeki nedensellik ilişkisini yok saymak ise toplumsal özneler arasındaki mücadelenin keyfileştirilmesinden ötürü yanlıştır. Spartaküs’ün etrafında toplanan kölelerin, İngiliz sömürgecilerin karşına çıkan Hintlilerin ya da Süfrajet hareketine katılan kadınların durduk yere bir kavgaya giriştiğini hangi aklı başında insan söyler? Veya Haçlı Seferlerinin dağınık bir şekilde yaşayan Müslüman coğrafyasındaki yönetimlerin merkezileşmesini hızlandırmasında ya da 1929 krizinin Almanya’da Nazizm’in yükselmesinde rolü olmadığını kim iddia edebilir? Sayılan bu olay ve gelişmelerin belirli tarihsel koşullar içinde yaşanmasının tesadüfi olduğunu iddia etmek çok açık ki abesle iştigaldir. Zaten postmodernlerin şaşırtıcı derecede çelişkili olan görüşlerini yaşamın pratiği içerisinde çok da fazla uygulayamadıklarını ya da savundukları şekliyle uygulayamadıklarını da söylemeliyim.
Söylemler (yani fikirler) arasında hiyerarşi olmadığını iddia eden bu yüzden öğretme eyleminin faşizmden farksız baskıcı bir iktidar ilişkisi olduğunu iddia etse de hiç bir postmodernin (en azından büyük bir bölümünün) eğitim hakkına itiraz ettiğini göremezsiniz. Ancak konu kitlelere siyasal bir bilinç taşınması olunca verilen her hegemonya mücadelesi toptancı bir anlayışla eşitlenir ve totaliter ilan edilir. Bu, sistemin tüm gerici ve şoven dayatmalarına karşı üstü kapalı bir liberal kayıtsızlık çağrısıdır. Öte yandan iktidarın yaşamın her alanında olduğu ve bu yüzden iktidara karşı verilen bir mücadelenin beyhudeliğinden dem vuran postmodernizm, bu anlayışla egemenlerin iktidarını doğallaştırarak egemenlerden çok onlara karşı mücadele eden özneleri hedef alır. Bu anlamıyla da egemenler için kullanışlı bir müttefik haline gelir. Kısacası, postmodernizm tüm “radikal” söylemlerine rağmen felsefi anlamda güçlüden yana olan bir akıl bulanıklığı yaratmaktan öteye gidemez. Çünkü bu bulanıklık en çok sistem karşıtı hareketleri etkiler.
Postmodernizm yaşanan toplumsal olguları maddi gerçeklikten kopararak gökten inmişçesine ele alsa da, her fikri yöneliş de belirli maddi koşullar içerisinde ortaya çıkar ve yayılır. Postmodernizmi anlamak için öncelikle onun ortaya çıktığı koşulları anlamamız gerekir. Bu fikri yayılışta koşulların rolünü inceleyip anlamaz ve postmodernizmi mahkum etmeyi bu kadar basite indirgersek tüm çelişkilerine rağmen yığınla insanın ondan nasıl etkilendiğini anlayamayız.
POSTMODERNLEŞEN “SOSYALİSTLER”
Kökleri Frankfurt Okulu’na kadar dayandırılabilecek olan ancak esas olarak 1970 ve 1980’lerde Fransa başta olmak üzere batı Avrupa’da etkisini göstermeye başlayan postmodernizm her şeyden önce bir yenilgi ideolojisidir. Yenilgi ideolojisidir çünkü beslendiği damar kitle hareketlerinin yenildiği bir dönem sonrası ortaya çıkan yılgınlıktır. Yaşanılan yenilgililer sonrası doğal olarak ortaya çıkan yılgın ruh hali, sol hareketlerin yeniden başlayacak bir motivasyon kaynağı aramaktan ziyade sistemin yenilmezliğine felsefi bir zeminde meşruluk aramasına sebep olmuş ve eleştirilerinin merkezini ve sınırlarını değiştirmiştir.
Bu değişimin dolaylı da olsa postmarksizm ile başladığını söyleyebiliriz. 1968 hareketinin geri çekilişi sonrası, dünya işçi sınıfını sosyal devletin doruğu olan batı Avrupa’nın işçi hareketi ile özdeşleştirip işçi sınıfının Marksizm’in iddia ettiği gibi devrimci bir özne sayılamayacağını savunan, SSCB’nin bürokratizm ile yoğrulmuş ekonomizmini haklı olarak eleştiren fakat dönemin devrimci önderlerinden Mao Zedung’un “irade” vurgusunu yanlış yorumlayarak devrim mücadelesini bir bilinç mevzusuna indirgeyen bir akım sol içinde radikal söylemlerle yayıldı. Sınıfların nesnel çıkarlarının bir sınıfın siyasal yönelimini etkileyemeyeceği tezine dayanan bu anlayış, sosyalizm mücadelesini de idealist bir yorumla ahlaki bir kritere indirgeyerek sınıflar arası mücadeleden koparmaya girişti. Ernesto Laclau ve Chantal Mouffe’nun başını çektiği bu postmarksizm anlayışı, reel sosyalizm deneyimlerinin çöktüğü ve sosyalizmin dünya çapında bir itibar kaybı yaşadığı 1990’lı yıllarla birlikte siyasal ufkunu daha da daraltmış ve kapitalizmin ehlileştirilmesine dayanan soyut bir “radikal demokrasi” talebine dönüşmüştür.
Post-Marksizmin somut koşulları önemsizleştiren bu temeli, postmodernizme de felsefi olarak katkı yapmış ve somut hayatın soyut bir retorik düzeyinde ele alınmasını kolaylaştırmıştır. Pratikten çok söylem ve dille ilgilenen bir anlayışıyla baktığı her yerde “iktidar” arayarak egemenlerin iktidarını tartışılmaz kılan postmodernizm, nesnel sınıfsal çıkarların, dolayısıyla da somut sömürü ilişkilerinin görünmemesine zemin sağlamıştır. Her ülkenin devrimci mücadelesinde yaşanan yenilgiler sonrası yaygınlaşan postmodernizm, kabaca özetlersek 1968’in sönümlenmesi sonrası Fransa, Theatcher ve Reagan’ın işçi hareketini ezmesi sonrası İngiltere ve ABD, 12 Eylül sonrası Türkiye, gerilla hareketlerinin tıkanıklık içine girdiği 1980’lerde Latin Amerika ve genel olarak sosyalist Blok’un dağılması sonrası tüm dünya solunu etkilemeye başladı. Çin’in kapitalizme yönelişi de ilan edilmemiş bir yenilgi olarak devrimci hareket üzerinde tartışılmaz bir tahribat yarattı. Yaşanılan yenilgileri koşullardan bağımsız ele alan ve solun iktidar deneyimlerini ve iktidara yönelik girişimlerini peşinen yanlış ilan eden postmodernizm, örgütlenmeyi, sağ-sol tespitini, iktidarı amaçlayan sınıf mücadelesini ve doğal olarak bunları içeren geçmiş mücadeleleri de sözde ezber bozan radikal sloganlarla dışladı. Çoğunlukla geçmişte solun içerisinde yer alan ve bilhassa akademik çevrelerden yayılan bu çağrı aslında solun kendini inkârı anlamına geliyordu.2 Radikalliği de Terry Eagleton’un deyişiyle geri çekilişin radikalizmiydi. Çünkü postmodernizm solun sınırlarını zorladığını iddia ederken aslında geriye dönüyor, yani sağa doğru kayıyordu. Yanı başımızda Türkiye’de, sınıfsal anlayışı terk eden ve tarihi “merkez-çevre” ya da “sivil toplum-devlet” karşıtlığı ile okumaya girişerek günün sonunda siyasal İslam’a ve gericiliğe destek olan bir kısım eski solcu çevreninin geldiği nokta postmodernizmin sağcılığına bariz örneklerden biridir.
KIBRISLI TÜRK SOLUNDA POSTMODERNİZMİN ETKİSİ
Kıbrıs’ın kuzeyinde de postmodernizmin kabul görmesi dünyada yaşanan yenilgilere ve dünya sol hareketinin yaşadığı dönüşüme paralel olarak artmış ancak yayılması kısmen daha geç olmuştur. Sol hareketin 1974 sonrasında hem teorik hem de pratik olarak beslendiği ana kaynaklardan biri olan Türkiye solunun 12 Eylül ile yaşadığı yenilgi doğal olarak Kıbrıslı Türk solunu da olumsuz etkiledi. 1990’ların başına kadar kendi dinamikleri üstünden bir direniş ile bu süreci atlatmaya çalışan ve önemli deneyimler de kazanan hareket, baskıların her geçen gün arttığı ve en sonunda sosyalist blokun da çöktüğü bir ortamda moral ve mental olarak büyük bir yara aldı. Alınan bu büyük yara CTP, Halk-Der veya daha farklı gelenekler fark etmeksizin tüm sosyalist hareketin ve genel olarak solun dışındaki siyasal öznelerin konumlanışını da etkiledi. Somut kazanımlarına rağmen solun temel ilkelerinden uzaklaşan, sınıfsal mücadeleyi nostaljik bir anı unsuruna dönüştüren, emperyalizmi farklılaşmış ve iş birliği yapılabilecek bir unsur olarak algılayan, demokrasi mücadelesini AB ile eş anlamlı tutan, Kıbrıs sorunu dışında bir gündemi olmayan ve bu sorunu da daraltılmış bir siyasal ufukla ele almaya başlayan, halka ve kendi öz gücüne güvenmek yerine emperyalizmin foncu kuruluşlarının kapısına dayanan bir “sol” anlayış 1990’larla birlikte yayılmaya başladı. Bu gidişat sendika, demokratik kitle örgütü ya da parti fark etmeksizin hem teorik hem de pratik düzeyde tüm sola sirayet etti. Ancak bu hızlı değişimin pratik yansıması eski alış kanlıklar gereği ister istemez ilk başta yavaş ve 2000’ler sonrasına kıyasla daha görünmezdi. Yaşanan bu değişimi savunan ancak solun içinden gelen ve bu yönüyle kendi geçmişleriyle de tartışan özneler değişimi farklı biçimlerde izah etmeye ve sürece yavaşça yaymaya çalışırken, sürece bilinçli olarak itiraz edenler ise örgütsel olarak dağınık karakterleri gereği ihtiyaç duyulan gerekli pratik açılımları yapabilecek durumda değillerdi. Bu koşullarda solun önemli bir kısmının soldan uzaklaşıp postmodernizmin etki alanına girmesi kısmi olarak gerçekleşti. Ancak bu gidişatın esas büyük atılımı Annan planı sonrası dönemde yaşandı.
Solun postmodernizme ve onun pratik karşılığı olan sol liberalizme yönelişi Annan Planı sonrası dönemde özetle iki kanaldan gerçekleşti. Bunlardan birincisi ağırlıkla Avrupa’daki postmodern hareketlerden etkilenme iken ikincisi ise Türkiye’de AKP ile yaşanan siyasal değişim ortamı idi. Bu iki yönden gelen anlayış kendi alanlarını yaratıp yerleşinceye kadar postmodernizm daha çok dış etkenler üzerinden Kıbrıs’ın kuzeyinde etkili oldu. Kıbrıs’ın iki yakasına yönelik karşılıklı geçişlerin başlaması ve binlerce Kıbrıslı Türk’ün Kıbrıs Cumhuriyeti pasaportu alabilmesi ile beraber önemli sayıda Kıbrıslı Türk genci de eğitim için Avrupa’nın çeşitli ülkelerine gitme imkanı yakaladı. Dünyanın geri kalanı ile etkileşimin çok sınırlı olduğu onlarca yıl düşünülünce bir nevi dışa açılım olarak tanımlanabilecek bu değişim birçok olumlulukla birlikte genel olarak solun özel olarak da üniversite ve gençlik hareketinin siyasal karakterini önemli ölçüde değiştirdi. Merkezinde kadın ve LGBTQ hareketi tartışmalarının yer aldığı ve sınıf mücadelesini arkaik bulan bir kimlik siyaseti anlayışı sol örgütler arasında kitleselleşmeye başladı. Bu kitleselleşme sosyalistlerin zaten az olan kitlesi düşünülünce sayıca sınırlı olsa da düşünsel anlamda solun önemli bir bölümünün gündemini belirlemeye yetti. Postmodernizmin bu yayılışına karşı sosyalistlerin somut tavır alması, özellikle 2012 yılında gerçekleşen Anti-Militarist Barış Harekatı etkinliği üzerinden Baraka Kültür Merkezi ile YKP, FEMA, KGP ve BKP gibi yapılar arasında yaşanan tartışmalarla birlikte görünür oldu. Bu tartışmalar sonrası dönemde postmodernizm sol içinde daha fazla tartışılır hale gelse de solun önemli bir bölümü postmodernizmin etki alanı içine hali hazırda girmişti. Bu yönelişin öncülüğünü daha çok Avrupa’da okuyan genç Kıbrıslı Türk kuşaklar çekti. Örgütlü bir ilişki olarak çok uzun sürmese de yılların siyasi geleneklerinde önemli bir eksen kayması yaşandı ve yaşanmaya da devam ediyor. Postmodernizmin Kıbrıslı Türk solunu etki altına almasındaki ikinci kanal ise belirgin bir şekilde CTP eli ile yaşandı. Türkiye’de AKP üzerinden yaşanan değişim, bu değişimin Ankara’nın Kıbrıs sorunuyla ilgili pozisyonunu da görece ve dönemsel olarak değiştirmesi, CTP’nin AKP’ye ve dolaylı olarak da siyasal İslam’a yakınlaşmasını sağladı. Bu yakınlaşmada, Türkiye’de AKP’ye yer yer açıktan yer yer ise dolaylı olarak destek olan eskinin solcu, günümüzün postmodern ve sol liberal çevrelerinin de payı vardı. Siyasal İslam’ın demokrasi ve çoğulculuk kisvesi ile Türkiye’de günden güne hegemonyasını kurduğu bir dönemde postmodern çevreler CTP’nin önemli isimlerini de etki alanlarına aldılar. Böylece CTP ve AKP yakınlaşması sadece Kıbrıs sorunu üzerinden değil, Türkiye siyaseti üzerinden de güç kazandı. Mehmet Ali Talat’ın “Türkiye’de olsam AKP’ye oy verirdim” demecini bu yakınlaşmanın en somut örneği olarak değerlendirebiliriz. Süreç, özellikle AKP destekçisi eski solcu çevrelerin yayın faaliyetleri ile ilerledi. Sol liberalizmin ve postmodernizmin kilit araçlarından biri olan ve AKP’nin sol harekete saldırırken kullandığı Taraf Gazetesi çevresi, CTP’nin ileri gelenleri tarafından demokrasi için vesayete karşı direnen kahramanlar olarak parlatıldı. Yine, postmodernizmin ve dolayısıyla siyasal İslam’ın hegemonyasının yayılmasında çok önemli bir rol oynayan Birikim dergisi çevresi ve bu çevrenin parlattığı isim ve fikirler de CTP’li kadroların “okuma listelerinde” ilk sıralara yerleşti. Böylece postmodern fikirler, şu anda AKP politikalarından rahatsız olsalar da resmi ve gayrı resmi CTP kitlesinin, özelikle de genç kesimlerinin damarlarına yerleşmiş oldu.3
Ağırlıkla yukarıda dikkat çektiğimiz bu iki kanaldan Kıbrıs’ın kuzeyinde taban bulan postmodernizm, bahsettiğimiz süreçlerden bir süre sonra kendi mekanizmalarını yaratacak derecede yayıldı. Günümüzdeki yayılma hızı geçmişe kıyasla kısmen yavaşlamış olsa da, kendini yeniden üreten alanlar yaratmış durumda. Birbirinden farklı hatta çelişen ya da birbiriyle ayni fikirleri savunan çok sayıda postmodern özne siyasal atmosferi açık bir şekilde etkiliyor. Bu postmodern özneler içinde, her ülkedeki muadillerine benzer bir şekilde özellikle geçmişinde örgütsel deneyimler yaşayan ve türlü şekillerde örgütlü mücadelen kopan kesimlerin ayrıca öne çıkması da tesadüf değildir. Örgütlenmeyi reddeden ve örgütlü yapıları neyi, nasıl savunduğundan bağımsız olarak aynılaştıran, kendilerine ait mekanlarda feminizm ve veganlık gibi kimlik mücadelelerine sıkışıp, kimlik mücadelelerini de kapsayan bütünlüklü bir iktidar mücadelesi fikrine karşı çıkan, düşünceyi pratikten kopararak “söylem”, somut olarak örneklersek, sosyal medya üzerinden taraf olmayı yeterli gören, “çok radikal” söylemler kullansa da pratikte hiçbir şey yapılamaz algısı ile umutsuzluk yayan, küskün ve “temiz” kalma duygusuyla siyasetle ilgilenmemeyi savunan vb. postmodern anlayışlar günümüzde çok yaygındır ve egemenler gibi devrimci mücadelenin karşısındadır. Toplumdan kopuk bir birey olamayacağı gerçeğine rağmen bireyi toplumun karşısına koyan ve örgütlenmeyi ve iktidar mücadelesini kaçınılmaz bir şekilde totaliter, bu anlayışla da sistemi yıkılamaz ilan ederek melankolik bir umutsuzluk yayan postmodern kesimler egemenlerin lehine çalışmaktadırlar. Bilinçli ya da değil, yaptıkları tam olarak budur. Siyasetle az ya da çok ilgilensin, herkes çevresinde bu tarz fikirlerin ne kadar yaygın olduğunu rahatça fark edebilir.
Geçmişin etkisi tartışılmaz yenilgilerine rağmen solun yeniden ayağa kalkamamasının en büyük nedenlerinden biri Marksizm’den uzaklaşarak yaşadığı bu fikri savrulmadadır. Ve bu savrulma aşılmadan yeni bir sol atılım mümkün değildir. Bu yüzden postmodernizme karşı mücadeleyi günümüzün devrimci görevleri arasında layık olduğu yere koymalıyız. Aksi takdirde, postmodernlerin bizi itmeye çalıştığı “arkaiklik çukuruna” düşmekten kurtulamayız.
Dipnot:
1 Postmodern bu iddianın kendi içinde çelişkili göründüğünün farkındayım fakat buna şaşırmayın. Bu, postmodernlerin tek çelişkisi değildir.
2 Postmodernizmin özellikle akademik camia ve çevrelerde kabul görmesi eğitimin özelleştirilmesi süreciyle yakından ilgilidir. Özel üniversitelerin giderek yaygınlaşması, akademik yapının da sermayenin ihtiyaçlarına göre şekillenmesini, doğal olarak da akademisyenlerin ve akademik çalışmaların da bu sürece göre yeniden biçimlenmesini beraberinde getirmiştir.
3 Günümüzde, Türkiye’deki postmodern çevrelerin bir kısmı yarattıkları siyasal İslam ve AKP algısının bir yanılsama olduğunu utangaçça da olsa itiraf ediyorlar.
Kaynaklar: Postmodernizmin Yanılsamaları, Terry Eagleton, Ayrıntı Yayınları/ İdeoloji, Terry Eagleton, Ayrıntı Yayınları/ Sınıftan Kaçış, Ellen Meiksins Wood, Yordam Kitap/ Oburluk Çağı, Yıldız Silier, Yordam Kitap/ Özgürlük ve Örgütlülük, Haluk Yurtsever, Yordam Kitap