Politik Bir Örgütlenme Olarak “Ulus” ve Sol”-Hakan Tanıttıran

Hakan Tanıttıran

Özne Sayı 2

Yaz 2021

Yazıya başlarken yazının teme­lini oluşturan fikrimi yazayım: “Ulus diye bir şey yoktur!” Ulus kavramını en iyi ifade eden kavramsallaş­tırmayı ise yazar Benedict Anderson’dan ödünç aldım: “Hayali Cemaatler”.

Burada anlatılmak istenen “yoktur” belirlemesi, kadimden, ezelden gelip ebe­de kadar sürecek bir “ulus” varlığından bahsedilemeyeceği gerçeğidir. Yoksa ulus son 2 asırdır insanlığın önünde bir siya­si oluşum olarak vardır ve hepimizi farklı düzeylerde de olsa kapsamaktadır. Yani ulus, kadim bir toplum, insanlığın en eski dönemlerinden bugüne uzanan bir yapı değildir. Aslen feodalizmden kapitalizme geçişin ihtiyaç duyduğu teritoryal zemi­nin oluşturulmasıyla insanlık tarihine giren “yeni” bir toplumsal örgütlenme bi­çimidir.

Ulus kavramı söz konusu olduğunda en çok yapılan hatalardan biri ulusu et­nik kimliklerle eşitlemektir. Hâlbuki “et­nik köken” ihtiyaç hâsıl olduğunda ulu­su oluşturmaya yarayan argümanlardan sadece bir tanesidir. Ulusun toplumsal hayata girişinin mazisi ise taş çatlasa 250 yıldır.

Ulus ve Ulusçuluk

Ulus ve ulusçuluk kavramlarının siyasi literatüre girişi Fransız burjuva devrimiy­le birlikte başlar. 16. yüzyıldan başlayarak Avrupa, merkantilist ekonomilerin hâki­miyetine girmişti. Krallıklar, belli sınırlar içinde korumacı bir ekonomi oluşturuyor­lar ve merkezi politikalarla ekonomilerini güçlendirmeye yönelik politikaları esas alıyorlardı. Bu uygulamalar, geçmiş feodal sınıfa rağmen gelişen ve feodal aidiyet duy­gusundan arınmış burjuva sınıfın yüksel­mesine neden olmaktaydı. Toplumsal ta­rih kitaplarına mutlakiyetçi dönem olarak da geçen bu merkezi krallıklar, zamanla, yükselen ilişkilerin taleplerine karşılık veremez hale gelince, sahneden çekilmeye başladılar. Öte yandan, içerideki feodal ya­pının parçalanması kadar Fransa’nın (ve İngiltere’nin) başka ülkelerle kapitalistçe ilişkiler kurmaları ve sürdürmeleri için de ulusal pazar çerçevesinde oluşacak ulusal bütünlük bir zorunluluk olarak hissedil­mekteydi. “Ulusçuluk” ise bir fikri zemin olarak bu zorunluluğun kaldırım taşlarını döşemek için ihtiyaç duyulan ideolojik da­yanak haline gelmişti.

Fransız Devrimi’ni izleyen dönemde şekillenen ulusal bütünlük çerçevesin­de tanımlanan modern (burjuva) devlet çoğu açıdan yeni bir fenomendi. Yönettiği insanların hepsini kucaklayan, tercihen sürekli ve bölünmemiş bir toprak parça­sıyla tanımlanan modern devlet, politik düzlemde de kendi halkı üzerinde, ara yöneticiler ve özerk kuruluşlara ihtiyaç duymayan, doğrudan egemenliğini ve yö­netimini kurumlaştıran bir yapıya sahipti. Bu yeni devlet formu, düzenli periyodik nüfus sayımı, kâğıt üzerinde zorunlu hale getirilen ilköğretim ve uygulanabildiği kadarıyla zorunlu askerlik gibi uygulama­larla yurttaşlarının tek tek sicilini tutuyor­du. İnsan hayatında önemli bir yer tutan önemli ayinlerin, dinsel cemaatlerce dü­zenlenmesine sivil bir alternatif sunan bu yeni devlet formu; doğum, evlilik ve ölüm kayıtlarıyla birlikte yurttaşlarıyla birbiri­ne -kaçınılmaz olarak- daha önce rastlan­mayan gündelik bağlarla bağlanıyordu.1

Tamamen ekonomik gelişmelerin so­nucunda ve ekonominin ihtiyaçları üze­rinden kurgulanan yeni modern devlet, kendinden önceki devlet yapılanmaları­nın üzerinde yükseldiği meşruiyet zemi­ninden ayrı bir yerde kendi meşruiyetini oluşturmak zorundaydı. İdari bir bütün­sellik bakımından daha önceki dönemle­rin tanrısal ve soyluluk zeminine yerleşe­meyecek olan burjuvazi için bir “halk”la ya da “ulus”la özdeşleşme, bu sorunun çö­zümü için en elverişli yol durumundaydı. Fransız Devrimi’nin ilkeleri çerçevesinde oluşan “yurttaş” tanımı etrafında oluşan ilk halka en azından böyleydi. Çünkü hanedan meşruiyeti, ilahi buyruk, yöneti­min tarihsel hak ve sürekliliği ya da dinsel birlik gibi geleneksel sadakat güvenceleri ağır yaralar almıştı ve bu yaraları yeni gelişen bir sınıf olarak burjuvazi açmıştı. Burjuvaziye yıktığı tüm bu yönetim meş­ruiyeti sağlayan kurumların yerini alacak ve iktidara oturmasını sağlayacak yeni bir kurum gerekliydi.2

Yani ulus ancak belli bir modern teri­toryal devletle, “ulusal devlet”le ilişkilen­dirildiği kadarıyla bir toplumsal birimdir; bununla ilişkilendirmedikçe ulusu/mille­ti tartışmanın hiç bir yararı yoktur. Ulus­ ların, sınıflandırmanın doğal, tanrı vergisi bir yolu olduğu, geçmişten gelen bir hak, politik bir kader olduğu iddiası bir mittir; bazen önceden var olan kültürleri alıp on­ları bir ulusa çeviren ulusçuluk, bazen de ulusları/milletleri icat eder ve genellikle önceden var olan kültürleri tamamen yok eder. Tarihsel gerçeğimiz budur. Analitik düzlemde ulusçuluk/milliyetçilik, ulus­lardan/milletlerden önce gelir. Uluslar/ Milletler, devletleri ve ulusçulukları/mil­liyetçilikleri yaratmaz; doğru olan bunun tam tersidir.3

“Eşik İlkesi”

Artık modern (burjuva) devlet yeni bir form üzerinde yükselmekteydi. Bu yeni formun adı ulus-devletti. Milliyetler üze­rinden tarif edilen bu yeni devlet biçimi kısa sürede tüm Avrupa’ya yayıldı. Bu dönemde hangi halkların bir ulus-devlet oluşturabilecekleri sorusu ise ciddi bir tar­tışma yaratmadı. Çünkü halkların kendi kaderini tayin etmesi, yalnızca bunu başa­rabilecek niteliklere sahip olan halklar için geçerli olduğu olgusu herkesin kafasında açık bir biçimde belirgindi. Bu nitelikler öncelikle kültürel açıdan ve kesinlikle ekonomik açıdan yaşama şansına sahip olarak görülen milliyetlerdi. Ulus-devle­tin bu ilk döneminde ulus ve ulus-devlet formu sonraki dönemlerden farklı olarak ulusçuluk düşüncesinden önce var olmuş­tur. Yani bu dönemde ulus-devlet, ulusçu­luk düşüncesinden önce gelmişti.

Milliyet oluşturma ilkesi, uygulamada belirli bir büyüklüğe sahip halklar için geçerliydi. Literatürde bu uygulama “eşik ilkesi” olarak tanımlanıyordu. Bu dönem­de, bir halkın eşiği aşacak büyüklükte olmasının, bir ulus olarak sınıflandırıl­masının başlıca üç kriteri vardı: Birincisi, halkın, mevcut devletle tarihsel bağı ya da oldukça eskiye dayanan ve yakın döneme uzanan geçmişle bağıydı. İkinci kriter, ya­zılı bir ulusal edebi ve idari anadile sahip olan, çoktandır yerleşiklik kazanmış bir kültürel elitin varlığıydı.

Üçüncü ve son kriter, kanıtlanmış bir fetih yeteneğiydi. Bir halkın kolektif var­lığının bilincine varması için emperyal bir halk olmak, oldukça yararlı bir özellik olarak belirmişti. Burjuva Avrupa’sının tartışılmaz bir biçimde belirginleştiği bu tarihsel süreçte (1830-1880) başta burju­va ideologları olmak üzere üzerinde anla­şılan ulus ve ulus-devlet tanımları böyle bir çerçevede ifade ediliyordu.1880’den sonra ise durum değişmeye başladı. Bir yeni dönem olarak belirleyebileceğimiz 1880-1914 yılları arasındaki süreç Avru­pa’da o güne dek görülmeyen ölçüde bü­yük kitlesel göçlerin, emperyalizmin ve dünya savaşıyla biten büyük bir uluslara­rası rekabet ve gerilim yıllarıydı. Bugünkü deneyimlerimizden de biliyoruz ki sorun­lu insan topluluklarını, farklı insan küme­lerini birbirine bağlamanın en etkin yolu onları “yabancı”lara karşı birleştirmekten geçiyordu. Ayrıca her türden milliyetteki insan gruplarını, uluslararası çatışma ve rekabet ortamından daha fazla kışkırtan bir şey de yoktu.

1880’e kadar olan dönemde “eşik ilke­si” uyarınca gelişen uygulamalar büyük ulus-devlet’ler içindeki farklılıkları yok etmeye ya da eritmeye yönelikti. İnsanlık tarihinin önemli bir aşaması olarak görü­len ve ekonomik yeterliliğe sahip büyük ulus-devletlerin oluşması yönündeki bas­kın görüş açısından, bu tarihsel gelişmeye aykırı ve gelişimin önündeki engeller ola­rak tanımlanan kültürel direnişler ve fark­lılıklar mahkûm ediliyordu. Böylesi bir ortamın da yarattığı gerilimler 1880’den sonra belirgin bir biçimde hissedilir oldu.

Bu tarihten itibaren milliyet konusun­daki “eşik ilkesi” hızla terk edildi. Geliş­meleri incelediğimizde kendini “millet” sayan her halk topluluğunun, son tah­lilde kendi yaşadığı topraklarda ayrı ve egemen bir devlet kurma hakkı anlamına gelen kendi kaderini belirleme hakkının savunulmaya başladığını görüyoruz. Bu dönemde “tarihsel olmayan ulus” tanım­larının çoğalmasıyla etnik köken ve dil, potansiyel ulus olma kriterlerinin baş ak­törleri haline geldiler, giderek tek belirleyi­cisi oldular. Artık ikinci dalga ulus-devlet oluşumu başlamıştı. Ulusların oluşumu yapaylık, icat ve sosyal mühendislik un­surlarının üzerinde yükselmiştir.

İlk dönemde de söz konusu olan ancak özellikle ikinci dönemde kendini gösteren 3 önemli ulus-kurucu gelişme göze çarp­maktadır. Bunlardan birincisi “Haritacı­lığın” artık yükselen bir bilim dalı haline gelişidir. Feodal dönemde çoğunlukla de­niz yollarını keşfetmek ve artı değer top­lamak üzere daha çok fiziki engeller ve yolları kapsayan haritacılık mesleği artık daha önemli bir amaca hizmet eder hale gelmişti: Sınırları çizmek. Önceki ilkel ha­ritacılık metotları hızla gelişmiş, ulusları birbirinden net bir biçimde ayırmak, ulus içinde de burjuvazinin ihtiyaç duyduğu üretim ve dağıtım işlerini kolaylaştıracak kadar ayrıntılı ve profesyonel hale gelmiş­tir. Artık haritacılık siyasi bir anlam ka­zanmıştı.

İkinci gelişme yeni bir kurum olarak müzeciliğin gelişmesidir. İnsanları ortak bir geçmişe sahip olduklarına inandırmak için müzelerden daha uygun bir kurum düşünülemezdi. Var olan bütün tarihsel kayıtlar insanların ortak bir geçmişe sa­hip olduklarını kanıtlamak için müzeler­de toplandılar. Bu tür bir ortak geçmişin olmadığı durumlarda müzeler bunun ya­ratılmasının da başat birer aracı oldular.

Üçüncü gelişme ise roman yazımın­daki patlama oldu. İlk roman yazarları çoğunlukla burjuvazi içinden çıktılar ve edebiyat o yıllarda geçmişte olduğundan daha farklı bir anlam kazandı. Ulus-devle­tin tarih sahnesine çıkması ile birlikte ro­manların konuları çoğunlukla ulus bilinci yaratacak ögelerle doluydu.

Artık edebiyattan tüm sanata, bilime kadar her alan ürünlerini “millet nedir?” sorusuna cevap olarak üretiyordu; artık bir ulus oluşturmaya yarayacak ne varsa o öne çıkarılıyor, burjuvazi kendini onun üzerine bina ediyordu. Ortak olanın tarih­sel bir geçmiş olduğu yerlerde işler nispe­ten daha kolaydı. Onun olmadığı yerlerde konuşulan dil ve etnik köken, o da yoksa din en elverişli elemandı. Bugün dünyada­ki ulus-devletlere baktığımızda bunu açık­ça görürüz. Bazı ülkeler etnik köken ve dil etrafında birleşmişken bazıları dinsel unsurlar etrafında şekillenmiştir.

Bu dönemin sosyalistlerinin de ulus konusuna bakışı bu iki evrede farklı farklı açılardan olmuştur.

Marx, Engels ve Ulusal

Sorun…

Marx, ulus kavramının somut bir ta­nımını yaparak ulusal sorun konusunda sistemli bir teori geliştirmedi. Manifes­to’da burjuvazinin gelişmesi, serbest tica­ret, dünya pazarı vb. gelişmelerle başlayan ulusal düşmanlıkların yok edilmesi süre­cinin zafere ulaşan proletarya tarafından devam ettirileceğini söyleyen Marx, baş­langıçta burjuvazi ve ulus-devlet arasın­daki ilişkiyi olumlayıp, gelişmelere sıcak bakarken İrlanda sorunu karşısında bur­juvazinin ulusal düşmanlıkları yalnızca yaşatmakla yetinmediği, ayrıca bu düş­manlıkları arttırmaya çalıştığı sonucuna ulaşarak ulusal sorunlara yönelik görüşle­rini değiştirmiştir.

Gerçekte Marx, ulusal sorun ve çatış­malarla yoğun bir biçimde ilgilenmemiş­tir. Ancak bu durum, Marx’ın bu sorunları görmezden gelmesinden değil, gelişmeler karşısında sınıfsal bakış açısını öne çı­kartma isteğinden kaynaklanıyordu. Nite­kim İrlanda örneğinde olduğu gibi somut durumlar karşısında çok sağlam tahliller de yapmıştır.

İrlanda sorunu karşısındaki analizle­re geçmeden önce Marx’ın ulusal soruna dair görüşlerine kısaca yer vermek gereki­yor. Marx, Alman İdeolojisi çalışmasında “proletarya için ulus konsepti sadece ikti­darı ele geçirmek için karşısında bulduğu politik alandır” diye belirtiyor. Marx, bu­nunla bağlantılı olarak proletarya hüma­nizmi için ancak tüm insanlık anlamlı bir bütünlük, ulaşılacak asıl amaç olabilir der ve tarihsel maddeciliğe göre hümanizmin, üretici güçlerin gösterdiği, ulusal devletle­rin de sınırlarını aşan büyük gelişme yü­zünden ancak dünya çapında kurulabile­ceğini belirtir.4

Marx ve Engels’in temel sorunsalı Av­rupa kıtasını saracak işçi sınıfı devrimle­riydi. Ulusal soruna da her zaman bu te­mel sorunsal etrafından baktılar. Her ikisi için de o yıllar bir ulusun ulus olarak ken­dini kurtarmasından önce Avrupa pro­letaryasının mümkün olduğunca büyük bir kesiminin kendisini kurtarması önem­liydi. Marx’ın ünlü “proletaryanın yurdu yoktur” önermesi de bütün uluslardaki proletaryanın çıkarlarının aynı olduğu anlamında kullanılmıştır. Marx bu anla­mın ulusları ortadan kaldırmaya yönelik bir olgu olduğunu düşünmüştü. İrlanda sorununa somut olarak eğil­mesi Marx’ın ulus sorunu ve toplumsal gelişme bağlantısı konusunda görüşlerini netleştirmesini de sağlamıştır. Soruna ilgi gösterdiği dönemin başında Marx, İrlan­dalıların İngiliz büyük toprak sahiplerin­ce ezilmekten kurtulmasının işçi sınıfının İngiltere’de zafere ulaşmasına bağlı oldu­ğuna inanmıştı. Ancak 1860’ların başında bu düşüncesini terk ederek İrlanda’nın kurtuluşunu İngiliz proletaryasının kur­tuluşu olarak görmeye başladı. Bu düşün­cesinin olgunlaşmasından sonra, İrlanda sorununa ilişkin ifade ettiği düşüncelerini şöyle özetleyebiliriz:

a) Ancak ezilmiş bir ulusun ulusal kurtuluşu, uluslar arasındaki ayrılık ve düşmanlıkların yok olmasını sağlar ve iki ulusun işçi sınıflarının ortak düşman olan kapitalistlere karşı birleşmelerine imkân verir.

b) Bir ulusun ezilmesi, onu ezen ulus­taki burjuvazinin işçiler üzerinde ideolo­jik hegemonyasını pekiştirmesine yardım eder.

c) Ezilen ulusun özgürlüğüne kavuş­ması, ezen ulus içindeki hâkim sınıfla­rın ekonomik, politik, askeri ve ideolojik temellerini zayıflatır, bu da o ulusun işçi sınıfının devrimci mücadelesine yardım eder.

Görüldüğü gibi Marx ulusal soruna hep işçi sınıfının çıkarları ve devrim pers­pektifinden bakmıştır.

Marx İrlanda sorunu karşısında bur­juvazinin ulus meselesinde gerici bir role soyunduğu düşüncesine bir kaç noktada topladığı tespitleri sonucunda ulaşmıştır:

a) Pazarları denetim altına alma müca­delesi kapitalist güçler arasında çatışma­lar yaratıyordu.

b) Bir ulusun bir başka ulusu sömür­mesi ulusal düşmanlıklar yaratıyordu.

c) Şovenizm, burjuvazinin proletarya üzerindeki egemenliğini sürdürmesini sağlayan ideolojik araçlardan biri olarak kullanılmaktadır.5

İlk dönemlerinde Marx ve Engels dünyanın geri bölgelerinin gelişmesi için kapitalizme ve sömürgeciliğe hak ettiğin­den daha fazla değer vermişler ve kredi açmışlardı. Azgelişmiş bölgeler konusun­daki katı ve aşağılayıcı tutumları6 onların emperyalizmi savundukları çerçevesin­de yorumlandı. Başlangıçta gerçekten de azgelişmiş bölgelerin ve halkların daha ileri uluslarca geliştirilebileceği düşün­cesi kafalarında mevcuttu.7 Ancak Marx, özellikle “Kapital”in birinci cildinde sö­mürgeciliğe yönelttiği şiddetli saldırıları ve özellikle Hindistan konusundaki yazı­larıyla karşı çıkılmaz bir biçimde sömür­geciliği mahkûm etmiştir. Özellikle Afyon Savaşı sırasında Çin ile ilgili söyledikleri çok açıklayıcıdır: “Öyle görülüyor ki, san­ki tarih bu halkın tamamını, içinde bulun­duğu kalıtsal budalalıktan çıkarabilmek için önce sarhoş etmek zorunda kaldı.”8

Engels ve Marx’ın konuyla ilişkin gö­rüşleri büyük ölçüde örtüşüyordu. Ancak Engels, Orta Avrupa’da demokratik dev­rimin (1848-1849) uğradığı başarısızlığı analiz ederken bu başarısızlığın yığınlar halinde Avusturya ve Rus ordularına ya­zılan, Macaristan, Polonya, Avusturya ve İtalya’daki liberal devrimi ezmek için ge­rici güçlerce kullanılan Güney Slav halk­larının (Çekler, Slovaklar, Hırvatlar, Sırp­lar, Romenler, Dalmaçyalılar) oynadıkları karşı-devrimci role bağlamış, içlerine Brö­tonlar, İskoçlar ve Basklıları da alan bir “tarihsiz uluslar” tanımı yapmış ve şöyle eklemiştir; “Bu ulus kalıntıları, tarihin akışı tarafından insafsızca ezilmişler, bu ulusal safra yalnız varlığıyla bile büyük bir tarihi devrim karşısında bir tehlike oldu­ğu için her zaman karşı-devrimin bağnaz temsilcisi olacak, büsbütün yok oluncaya kadar ya da ulusal özelliklerini yitirinceye kadar da öyle kalacaklardır.”9

Kimileri tarafından Marksizme temel­den aykırı bulunan bu saptamanın En­gels’e Hegel’den miras kaldığı açıktır. He­gel, bir devlet kurmayı başaramayan ya da kurdukları devlet çoktan yıkılan ulusların “tarihsiz”, yok olmaya mahkûm uluslar olduğunu ileri sürer. Örnek olarak da Bul­garları ve Sırpları gösterir.10

Dönemin Avrupa’ında geçerli olan “eşik ilkesi” perspektifinde geliştirilen bu düşünce Avrupa’da sadece büyük ulusal devletlerin oluşması gerektiği ve küçük ulusların da bu büyük ulusal yapılar için­ de erimesini öngören düşünce sistematiği­nin sosyalistler arasındaki etkisini göster­mesi açısından önemlidir.

Gerçi Engels, Avrupa’da “eşik ilkesi”­nin terk edilmesi süreciyle beraber bu konudaki görüşlerini değiştirmiş ve 1853 yılında yazdığı bir makalede Osmanlı İmparatorluğu’nun, Balkan uluslarının bağımsızlıklarını kazanmaları sonucu parçalanmasının kaçınılmaz olduğunu belirtmiştir. Bu makale önemlidir; çünkü bu Balkan ulusları dediği uluslar daha önce “tarihsiz uluslar” olarak tanımladığı ve eriyeceğini düşündüğü uluslardır.

Tüm bunlara rağmen Engels’in geri bir bilinç düzeyiyle sınırlanmış ulusal hare­ketlerin tarihte nasıl gerici bir rol oynadı­ğını cesaretle ve haklı olarak belirttiğini de görmeliyiz.11

Ulus konsepti, 18. yy. başlarında or­taya çıkan ve tartışılmaya başlanan, bir gerçeklik olarak yine bu yüzyıl içerisin­de karşılaşılan bir örgütlenme formudur. Sosyalistler ise bu sorunla kendi gelişme­leriyle başat bir biçimde 19. yy. boyunca ve özellikle de bu yüzyılın ikinci yarısında ilgilenmişlerdir ve soruna yaklaşımları ve kullandıkları argümanlar da dolayısıyla bu tarihsel sürecin gelişmeleri sonucun­da ortaya çıkan argümanlardır. Yüzyılın ikinci yarısından itibaren, beklenen işçi devrimleri, Polonya sorunu ve Çarlık Rus­yası’nda Bolşeviklerin devrimci çalışmala­rı ulus sorununun bu dönemde öneminin artması ve bu sorun da “eşik ilkesi”nin or­tadan kalkması ile birleştiğinde sosyalist­ler için sorun farklı bir boyuta evrilmişti. Marx’ın ve Engels’in yaşadığı ve yazdığı dönemden farklı bir durum arz eden ge­lişmeler sosyalistler içinde derinlikli tar­tışmaların yaşanmasına ve ulusal soruna her öznel durum için farklı yaklaşımlar getirilmesine neden oldu. Bu farklılıkların başında Rosa Lüksemburg ve Lenin ara­sındaki ayrılık gelir.

Ukkth, Rosa, Lenin…

Rosa ve Lenin’in, tarihi Ulusların Ken­di Kaderlerini Tayin Hakkı polemikleri Rosa Lüksemburg’un Polonya üzerine çalışmalarıyla birlikte gelişti. Başlangıç noktası ise Rosa’nın Lenin’i ulusların olu­şumunda burjuvaziye verdiği önem açı­sından eleştirmesi ve abartılı bulmasıydı. Rosa, bu eleştiriyi yaparken Polonya’da ulusal hareketin uzun yıllar boyunca top­rak sahibi soyluluk tarafından ve onların önderliğinde yürütülmesine dayanıyordu.

Buradan yola çıkan Rosa, bu ulusal sü­reçte işçi sınıfının ancak dolaylı bir çıkarı olduğunu belirterek, işçi sınıfı için ulusal boyunduruktan kurtulmanın en iyi ve en hızlı yolunun uluslararası sosyalist dev­rim olduğunu savundu.

Rosa, UKKTH konusunda mutlak hak­lardan veya genel olarak ve sürekli hak kavramından ancak Marksist olmayan­ların söz edebileceklerini, diyalektiğin genel hakların varlığını kabul edemeye­ceğini, hak ya da haksızlık durumlarının verili tarihsel koşulların çözümlenmesiy­le ortaya konulabileceğini söyler. Lenin ise Rosa’ya verdiği cevaplarda bu konuda söyleyeceği karşı bir sözünün olmadığını, 1908’den önce de sonra da kendisi için proleter devrimin çıkarlarının her şeyin üstünde olduğunu ve devrim için UKK­TH’nı her zaman feda edebileceğini belir­tir ve UKKTH’nı soyut bir kavram olarak desteklemediğini, tam tersi bu kavramı proleter devrim için ne kadar somut ola­rak savunduğunu anlatır. Ancak Rosa’da hâkim olan ve ulus so­rununda Engels’in izinden gitmesine ne­den olan dar ekonomist bakış, Lenin’in bu politik yaklaşımını anlamasına engel olmuştur. Rosa’ya göre sınıflı bir top­lumda ulusların kendi kaderlerini tayin hakkından bahsetmek, yönetici sınıfın (Polonya’da toprak sahibi aristokrasinin) kendi geleceğini ve kaderini belirlemesin­den söz etmek anlamına gelir. Bu nedenle Rosa, UKKTH’nı her zaman Polonya’dan yola çıkarak işçi sınıfının kendi kaderini tayin hakkı olarak anlar ve ifade eder. Böy­lesi bir bakış açısıyla da UKKTH çağrısın­da bulunduğu için Lenin’i objektif olarak ulusların hakları bulunduğu metafizik düşüncesini kabul etmekle suçlar. Ken­disi için ise haklardan konuşulduğunda sadece işçi sınıfının haklarından (tarihsel bir gerçeklik olarak) bahsetmek mümkün­dür.12

Rosa’nın, ulus-devlet konusundaki gö­rüşlerinden bir önceki dönemin düşünce sistematiğinde yer alan “eşik ilkesi”ni ken­di dönemi için de geçerli gördüğü düşün­cesine ulaşabiliriz. Bir ulus-devletin ken­dini savunma yeterliliğine sahip, büyük ölçekli üretim avantajlarından yararlana­bilecek kadar büyüklükte bir iç pazara sahip olması gerektiğini düşünen Rosa, sadece büyük ölçekli ulusal birimlerin yaşama sansına sahip olduğu görüşünde­dir. Rosa’ya göre gelişmiş ulusların prole­taryası, küçük uluslarla iş birliği yaparak kapitalizmi yıkacak ve küçük ulusal top­luluklara bağımsızlıkları merkezden ve proletarya tarafından mevcut şartlar etra­fında verilecektir. Bütün bu bakış açısında Rosa’nın küçük ulusların sadece ekono­mik ve güvenlik açısından bile büyük ulu sal birimlerin içinde yer alması gerektiği düşüncesini bulmak mümkündür.

Rosa’nın bu perspektifi Polonya’nın ni­çin Rusya içinde kalması gerektiği düşün­cesini de açıklamaktadır.

Lenin 50 bin nüfusa sahip topluluk­lar için bile UKKTH’nın geçerliliğinden bahsederken, Rosa için 1.2 milyon nüfusa sahip Gürcistan bile yeterli bir büyüklük değildir. Lenin’i büyük ulusal birimle­rin ekonomik avantajlarından haberdar olması ve yine de UKKTH’yı savunması nedeniyle, devrimden sonra gelen kader belirlemenin yapısı hakkında küçük ulu­sal toplulukları aldatmakla suçlayan Rosa, ulusal sorunla ilgili her çatışmada “joker”i yönetici sınıfın elinde tutuğunu söylüyor ve sosyalizm dışında, halkın istekleri­nin demokratik olarak belirlendiği her durumda, proletarya dâhil çoğunluğun burjuvazi tarafında yer alması tehlikesine dikkat çekiyordu.

Lenin, Rosa’ya verdiği cevaplarda bir küçük ulusun Rusya’dan ayrılmasını ka­bul etmeye hazır olduğunu, çünkü daha büyük ekonomik birime dâhil olmanın ekonomik avantajıyla ayrılan ulusun tek­rar geri döneceğine inancının tam olduğu­nu belirtiyordu.

Rosa, temel kuramsal yazılarında ulus­çuluğun özellikle ekonomik yönü üzerin­de durmuş ve siyasal yönünü fazla önem­sememiştir. Bu nedenle ulus kuramı eksik ve Lenin’in aşağıda irdeleyeceğimiz öner­mesi karşısında zayıf kalmıştır.

Özellikle 20. yy.’da yaşanan ulusal kurtuluş savaşları, ulusal sorunun siya­si yönünün önemini ortaya çıkarmıştır. Lüksemburg, ayrıca devrimci savaşta proletaryanın bağlaşıkları olarak ulusal toplulukların ve köylülüğün önemini kü­çümsemiştir. 1916’da cezaevi hücresinde “Junius” takma ismiyle yazdığı broşürde Rosa, her halkın bağımsızlık hakkını ve kaderini bağımsız olarak belirleme özgür­lüğünü kabul eder. Ancak kendi kaderini tayinin kapitalizm içinde olanaksız oldu­ğunu ileri sürer. Rosa şöyle devam eder; “Bugün ulus, emperyalist istekleri örten bir örtü, emperyalist rekabet için bir savaş çığlıdır.” Ona göre ulusal savaşlar artık olanaksız olmuştur.

Lenin ise aynı dönem broşüre verdiği cevapta13 bunun tam tersine emperyalist çağda ulusal kurtuluş savaşlarının ola­naklı olduğunu ve gerçekten de günün ge­reği olduğunu belirtir.

Rosa’nın UKKTH konusundaki fikirle­rini şöyle toparlayabiliriz;

– Ulusların doğal haklarından bahset­mek gülünç ve soyut bir metafizik bakış­tır.

– Her ulusa ayrı devlet kurma hakkını vermek, gerçekte burjuva milliyetçiliğini savunmak demektir. Aynı özellikleri gös­teren homojen bir ulus yoktur, çünkü ulus içinde her sınıfın çatışan çıkarları ve hak­ları vardır.

– Genel olarak küçük ulusların, özel olarak da Polonya’nın bağımsızlığı ütopik­tir ve tarihin yasalarıyla mahkûm olmuş­tur.

Rosa’nın görüşleri, özellikle de 1914’den önce oldukça ekonomistti. Po­lonya’nın ekonomik olarak Rusya’ya bağlı olmasından dolayı politik açıdan bağım­sız olamayacağı düşüncesi her politik konumun özgüllüğünü ve görece tekliği­ni bulanıklaştıran bir görüştür ve deter­minist-ekonomist bir yönü vardır. Ulusal kurtuluş hareketlerinin tarihe ters düşen tepkici, küçük burjuva yönlerini gören Rosa, bu hareketlerin Çarlık’a karşı (daha sonraları başka bağlamlarda emperya­lizme ve sömürgeciliğe karşı) taşıdıkları devrimci gücü ise kavrayamadı. Bir başka deyişle ulusal hareketlerin ikili özelliğinin karmaşık ve çelişik diyalektiğini çözümle­yemedi. Rusya’da işçi sınıfının proleterleş­memiş müttefiklerinin (köylüler, ezilen uluslar) devrimci rolünü küçümsedi. Rus devrimini, Lenin gibi proletaryanın ön­derlik ettiği bir devrim olarak değil, işçi sınıfının katıksız devrimi olarak gördü. Rosa’da Troçki’nin düştüğü hataya düşe­rek sosyalizmi saf bir işçi hareketi olarak görme eğilimindeydi. Ayrıca Rosa, ezilen ulusların ulusal kurtuluşunun yalnızca küçük burjuvazinin ütopyacı, tepkici ve kapitalizm öncesi bir isteği olmayıp, pro­letarya ile birlikte bütün olarak yığınların bir isteği olduğunu gözden kaçırdı. Bu ne­denle de Rus proletaryasının UKKTH’nı tanımasının ezilen ulusların proletaryala­rıyla kurduğu dayanışmanın vazgeçilmez bir unsuru olduğunu tespit edemedi.

Lenin ve Ukkth…

Lenin’i çağdaşı devrimci önderlerden ve siyasi kimliklerden ayıran başlıca fark, içinde yaşadığı tarihsel sürecin sorunları­nı çözümlerken, mümkün olan en somut biçimiyle ifade etmesi ve ihtiyaç duyulan yönlerini öne çıkarması, çeşitli sorunların siyasal boyutlarını ustaca gözler önüne sermesidir. Bu genel perspektif ulusal so­runlara yaklaşırken de geçerli olmuş, pek çok marksistin içine düştüğü ve sorunun sadece ekonomik, kültürel ve psikolojik boyutlarıyla sınırlı kalan değerlendirme hatalarına düşmesini engellemiştir.

Lenin’in, UKKTH sorununun tümüyle ve doğrudan demokrasiyle ilgili olduğu görüşü, politik sürecin görece özerkliğini saptamasından kaynaklanır. Bu saptama Lenin’i ulusal sorunu irdelerken öznelcilikten ve ekonomizmin tuzağına düşmek­ten kurtarmıştır.

Lenin’in konuyla ilgili düşünceleri in­celendiğinde ilk göze çarpan UKKTH ile enternasyonalizm arasındaki diyalektik ilişkiyi herkesten daha iyi çözümlediği gerçeğidir. Bu konuda öncelikle ayrı devlet kurmakla özgür olan ulusların bir başka ulusla kendi iradeleriyle özgür olarak bir­leşip dayanışma yapabileceklerini, uzun dönemde kaynaşabileceklerini kavrayan Lenin, ezen ulus içinde­ki işçi hareketinin ezilen ulusa kaderini belirleme hakkı tanımasıyla ezi­lendeki düşmanlık ve kuşkuların silinerek, her iki ulus proletaryalarının burjuvaziye karşı ulusla­rarası mücadelede birle­şebileceklerini anlamıştı.

Lenin’in konuya yak­laşımında hangi ulusun bağımsız devlet olacağı ya da iki devlet arasında­ki sınırın nasıl çizileceği gibi konular hiç yer alma­dı. Lenin, UKKTH teorisi içerisinde teorinin tama­men politik yönünü öne çıkartarak milliyetçiliğe ve şoven perspektiflere asla ödün vermemiş, sa­dece demokratik mücadele ve proletarya devrimiyle belirlenen bir amaca yönelerek konuyu proletarya devrimi açısından de­ğerlendirmiştir.

Lenin’e göre ulusun gerici olmayan bir tanımı ancak proletarya önderliğinde mümkün olabilir. Ulusal hareket de ancak proletarya önderliğinde yürütüldüğünde şovenizme düşme tehlikesinden kurtula­bilir.14 Lenin, demokratik isteklerin de her zaman için dünya proletaryasının devrim­ci sınıf mücadelesinin yüksek çıkarlarına bağlı olması gerektiğinin de altını dikkat­lice çizmiştir. Ancak Lenin, birkaç özel örnek dışında proletaryanın çıkarlarıyla ulusların demokratik hakları arasında bir çelişki olamayacağını da bütün açıklığıyla da belirtir.

Lenin’i döneminin sosyalist önderle­rinden ayıran büyük farklardan biri de dönemin politik özgün­lüğünü çözümlemesi ve ulusal demokratik müca­delelerle sosyalist devrim arasındaki ilişkiyi tespit edebilmesidir. Lenin, ezilen ulus içinde prole­tarya dışındaki köylüler ve küçük burjuvazinin de bilinçli proletaryanın müttefiki olabileceğini görmüştür.

Toparlarsak Lenin’in UKKTH’nı yüzyılın ba­şında ısrarla savunması­nın üç ana çıkış noktası vardır:

1) UKKTH proletar­ya enternasyonalizmi­nin sağlanmasında çok önemli bir araçtır;

2) UKKTH siyasal de­mokrasinin genişletilmesinde çok önemli işlevleri olan bir önermedir;

3) UKKTH proletarya devrimi için önemli müttefikler olan köylüler ve küçük burjuvazinin devrime katılmasını sağlaya­cak bir araçtır.15

Özetle, son çözümlemede ekonominin her şeyi belirlemesi kuralının, politikanın rolünün giderek yadsınması, determinist görüşlerin ağırlık kazanmasına dönüştü­ğü koşullarda Lenin, emperyalizm süre­cine yönelik olarak yaptığı çözümlemeler­den yola çıkarak, iradenin rolünü teslim etmiş ve UKKTH önermesini de politik yanlarını öne çıkararak savunmuştur. Kimi beklemediği gelişmelere rağmen, Rus devrimi ve sonrasında yaşananlar onu tarih önünde haklı kılmıştır.16

Ukkth ve Günümüz…

UKKTH 20. yüzyılın başında sosya­listlerin ulusal sorunlar karşısında ver­dikleri bir cevaptı. Bu ilkenin Leninist yorumuna yukarıda yer verdik. Ancak belirtmek gerekir ki bu hak sadece sos­yalistlerin kullandığı bir politik argüman değildi. Lenin ile ABD Başkanı Wilson he­men hemen aynı tarihsel dilimde ulusal sorunlar karşısında benzer bir duruş nok­tası oluşturdular. Farklı olan çıkış nokta­larıydı. Lenin emperyalizmi kuşatacak bir proletarya enternasyonalizmi ve sosyalist devrim perspektifi ile UKKTH’yı savunur­ken, Wilson, bir önceki yüzyılda oluşmuş eski sömürgecilik ilişkileri çerçevesinde belirlenmiş siyasi sınırların değiştirilmesi için bu hakkı Lenin’le birlikte savunuyor­du. ABD’nin temel kaygısı, yeni gelişen ve büyük bir emperyalist güç olarak verili statükoyu parçalayarak dünya pazarına girebilmekti. Bu nedenle eski sömürgele­rin, bağımlı oldukları sömürgeci devletle­rin etki alanından çıkmaları gerekiyordu. Bunun da en iyi yolu da bu coğrafyalarda yeni ulus-devletlerin oluşması ve böylece yeni ilişkilerin kurulabileceği pazarların örgütlenmesinden geçiyordu.

Yukarıdaki örnekten de anlaşılacağı gibi UKKTH kendi başına sosyalist bir prensip değildir. Özünde bu hak sosya­listlerin yüzyılın başında ulus sorunu kar­şısında verdikleri bir cevap olarak tanım­lanabilecek politik bir açılımdır. Bugün bu hakkın Leninist yorumunun tarihsel sürekliliğini koruyup korumadığı soru­su hala gündemdedir. Böylesi bir soruya ancak Leninist yöntem kurgusuyla cevap verilebilir düşüncesindeyim. Yani eğer bu ilkenin günümüzde geçerli olup olmadığı­nı irdeliyorsak Lenin’in bu ilkeyi savunur­ken çözümlediği koşulların devam edip etmediğini belirlemek zorundayız:

1) UKKTH bugün proletarya enter­nasyonalizmini sağlayacak bir araç olma özelliğini korumakta mıdır? (Ayrıca bu­gün enternasyonalizmden ne anlıyoruz ve bundan sonra nasıl bir enternasyonalizm hedefliyoruz sorularına da cevap vermek gerekiyor.)

2) UKKTH sosyalist devrim ve poli­tik demokrasi için işlevsel bir ilke midir sorularına cevap üretmek ve içinde yaşa­dığımız dönemin özelliklerini çıkartmak gerekmektedir. Bunun dışında yapılacak her tartışma ve önkabul ya da reddediş diyalektik bakış açısının, somut durumun somut tahlili yönteminin dışında davran­mak ve kesinlikle Rosa’nın dediği gibi me­tafizik bir bakış olur.

Dipnot:

1 E. J. Hobsbawm, Milletler ve Milliyetçilikler, Ayrıntı Yay., Çev. Osman Akınay, İst,1993, sf.104,105.

2 age, sf.106

3 age, sf.56  

4 K. Marx, Alman İdeolojisi, Sol Yay.

5 K. Marx, İrlanda Sorunu, Sol Yay.

6 Marx, Karadağlılar için “sığır hırsızları” ve “dindarlık taslayan haydutlar”, Engels ise Meksikalılar için “tembel insanlar”, “insanların en alçağı” tanımlamalarını kul­lanmışlardır. Birleşik Devletler’in 1847’de Meksika’ya saldırmaları konusunda şöyle yazdılar: “Enerjik Yanke­eler’in California’yı tembel Meksikalılar’dan daha iyi ve daha çabuk geliştirebilecekleri ve dünya ekonomisinin de bundan kârlı çıkacağı her bakımdan aşikardı.”

Marx ve Engels, “Civil War in the United States”, 1937, sf.262, Akt. H. B. Davis, İşçi Hareketi Marksizm ve Ulusal Sorun, Belge Yay., Çev. Yavuz Alogan, İst,1994, sf.72

7 İki ileri ülke, geri bir bölge üzerinde hegemonya kur­mak istediklerinde ve yarıştıklarında Marx ve Engels daha ilerici olanını tercih ettiler. İngiltere Çarlık Rus­yası’ndan daha ilerici olduğu için Orta Asya’daki İngiliz faaliyetlerini desteklediler. Ancak Ç. Rusyası bile onlara göre Doğu’da uygarlaştırıcı bir etki yapabilirdi. Engels, Çar’ın Orta Asya’daki hareketlerini şu sözlerle savundu: “Rusya… Doğu’yla ilişkisinde gerçekten ilericidir. Bütün temelsizliğine ve Slavlara özgü pisliğine rağmen Rus hâ­kimiyeti Karadeniz’de, Hazar Denizi’nde ve Orta Asya’da ve Başkırlar ile Tatarlar arasında uygarlaştırıcı bir unsur­dur.” Engels’ten Marx’a 23.5.1851 tarihli mektup. Akt. Davis, age, sf.71  

8 Marx, “Revolution in China and Europe”, Nex York Tri­bune, 14.6.1853, Akt. Davis, age, sf.71

9 Michael Lövy, “Marksistler ve Ulusal Sorun”, Birikim Dergisi, Ocak 1977 Sayısı. sf.67

10 age, sf.67

11 Birikim yazarlarının Ocak 1977 Sayısı’nda Lövy’nin makalesine ekledikleri kenar notlardan.  

12 Rosa ve Lenin arasındaki tartışmalar için bkz. Ali Öztürk,”Tarih, Lenin ve Rosa”, BirAdım Dergisi, 1. Sayı, sf.101-107  

13 Lenin başlangıçta bu broşürün gerçek yazarını bilme­den yazarla polemik yapmıştır

14 Zamanla ulusal hareket kimin önderliğinde yürütülür­se yürütülsün ilericidir tezi bazı çevrelerce savunulsa da bize göre bu görüş yaşanan bir dolu örnekle çürümüştür.

15 UKKTH’nın politik niteliği ve UKKTH’nın Leninist yo­rumu konusundaki düşüncelerini büyük ölçüde paylaştı­ğım Mesut Yeğen, UKKTH’nın günümüz koşullarında ge­çerli ve savunulabilir bir ilke olmaktan çıktığını söylüyor. Bkz. Mesut Yeğen, “Kürt Sorunu ve Üç Tarz-ı Siyaset”, Mürekkep Dergisi, sayı 9, sf.15-39

16 Devrimden sonra ayrılma hakkını (UKKTH) bolşevik­lerin de katıldığı törenlerle kullanan Finlandiya, Baltık cumhuriyetleri, Lenin’in hararetli beklentilerine rağmen emperyalist askeri işgali nedeniyle Sovyetlere katılma­mışlardır. Polonya’da ise tarih Rosa’yı haklı çıkarmış Kızı­lordu yenilmiş ve ulusalcılar kazanmıştır.