Modernden Post, Sistemden Dost… Olur Mu? – Celal Özkızan

Celal Özkızan

Özne Sayı 1

İlkbahar 2021

Postmodernlik durumuna, post-moderniteye ve postmodernizme ilişkin tartışmaların, yaklaşımların ve yorumların sayıca çoğalması ve “postmodern” sıfatıyla çeşitli alanlarda ortaya konan çalışmaların yoğunlaşması; dünyada köklü sosyo-ekonomik değişimlerin yaşanmaya başlamasına denk düşer.

Bu değişimler, kabaca “neoliberal dönüşüm” olarak bilinmekle birlikte, aslında sermaye birikim süreçlerinin maddi koşullarında yaşanan ve kökenleri neoliberal dönüşümün çok öncesine dayanan yapısal dönüşümlerin, başta üretim faaliyetleri olmak üzere kendini her alanda dayatmasının sonucu olarak şekillenen değişimlerdir.

LAFI DAHA FAZLA DOLANDIRMAYALIM, NEDİR BU DEĞİŞİMLER?

Örneğin üretim ile ekonomik hizmet ve faaliyetlere dair uluslararası işbölümünde, başta sanayi üretiminin merkez (kalkınmış) kapitalist ülkelerden çevre (gelişmekte olan ya da azgelişmiş) kapitalist ülkelere kayması… Örneğin; devletin ekonomik faaliyetlere doğrudan üretici, doğrudan müdahil, doğrudan düzenleyici ya da doğrudan taraf bir biçimde katılmasının son bulmaya başlaması ve “özel sektörün” elektrik üretiminden tarıma, eğitimden sağlığa, yol ve köprü yapımından gıdaya her alanda ekonomik faaliyetin sürükleyici aktörü haline gelmesi… Örneğin kamusal olanın, kamusal faydanın yerini tamamen kişilerin ve özel şirketlerin kâr odaklı keyfi girişimlerine bırakması ve “kamusal ruhun” yerini “girişimcilik ruhunun” alması… Örneğin bir ürünün üretilme sürecinin başından sonuna kadar belirli bir yerde (örneğin bir ülke sınırları içinde) gerçekleştiği görece bütünlüklü üretim süreçlerinin yerini, “uluslararası değer zincirleri” adı ile bilinen ve üretilen ürünün her bir parçasının farklı farklı -ve maliyetin en düşük olduğu yerlerde üretildiği ve üretim sürecinin her aşamasının farklı farklı coğrafyalarda ve birbirinden haberi bile olmayan çalışanlarca gerçekleştirildiği parçalı ve dağınık üretim süreçlerine bırakması… Örneğin sermayenin ve emeğin görece ulusal bir kimliğe sahip olduğu ve sınırları ulus devletlerce çizilmiş bir biçimde karşı karşıya geldiği ölçeği belli derli toplu alanlardan; sermayenin ve -sermaye kadar olmasa da- emeğin hareketinin ‘globalleştiği’ ve ölçeğin tüm dünya, derli toplu kalan tek şeyin ise kaos olduğu karmaşık alanlara bırakması… Örneğin, kamusal planlamanın, yerini, zincirlerinden boşalmış ve doğuracağı sonuçların sorumluluğundan bağışık kılınmış bireysel girişim ‘özgürlüğünün’; ekonomik kararlara ilişkin siyasi hesap verilebilirliğin yerini ise, -örneğin merkez bankaları gibi- ‘teknokrat’, ‘teknik’ ve ‘siyaset üstü’ kurumların alması… Örneğin toplumsal, siyasal ve ekonomik süreçlerin ana aktörü olan sınıfsal oluşumların figürana dönüşüp başrolü kimlik temelli gruplaşmalara bıraktığı, böylece, ABD’de sokakta yaşayan bir evsizin, sırf beyaz olduğundan dolayı, köleciliğin iğrenç tarihinin sorumluluğunu sırtlanmak zorunda hissedip; çalışanlarını ve doğayı iliğine kadar sömürerek servet sahibi olan bir kişinin ise, sırf beyaz ya da erkek ya da heteroseksüel olmadığından dolayı evsiz beyazın ayrıcalıklı hayatı karşısında bir dışlanmış öteki olarak kodlanabildiği değişimler ve dönüşümler bütününün ortaya çıkması…

NEOLİBERALİZM: İSTİSNA MI NORM(AL) MU?

Bir ara parantez açalım: Tarif edilen “değişim” 2. Dünya Savaşı’nın sona ermesi ile birlikte Batı Avrupa’nın ve Anglosakson dünyasının deneyimlediği ekonomi politikalarının ve ekonomi politikası çerçevelerinin değişimidir. Bu değişim, 1970’lerle birlikte başlayan “neoliberal dönüşüm” olarak da bilinmektedir. Yani ilelebet sürmekten olanın bir anda değişiminden değil; 1945 sonrasının (yani iki dünya savaşı ve faşizm çağı sonrasının) dünyasındaki baskın ekonomi politikaları çerçevesinin, sermaye birikim modelinin, devlet-piyasa ilişkilerinin değişiminden söz ediyoruz. Yani, yaygın kanının aksine, neoliberalizm, “istisnai” bir dönem değildir.

Bilirsiniz, neoliberalizm, “zincirlerinden kopmuş kapitalizm” olarak, “vahşi kapitalizm” olarak ya da artık bir internet meme’ine dönüşmüş haliyle “hard kapitalizm” olarak bilinir. Neoliberalizmden önce kapitalizmin hep zincirlerine bağlı olduğu düşünülür. Tam da bu yüzden, neoliberalizm öncesi dönem, kapitalizmin “altın çağı” olarak bilinir. Sosyal demokratlar ya da kapitalizmin artık aşılmaz olduğunu düşünen eski sosyalistler “bari neoliberalizm öncesi ‘insaflı kapitalizm’ zamanlarına dönelim” diye hayâl kurarlar.

Oysaki, 2. Dünya Savaşı’nın ardından başlayıp neoliberal dönüşüme kadar geçen süreçti asıl “istisnai” olan. Neoliberal ekonomiye ilişkin pek çok özellik; 1830’lerle başlayıp Birinci Dünya Savaşı’na kadar devam eden yaklaşık 90 yıllık süreçte de görülebilir. Bu 90 yıllık dönem, uluslararası parasal sistemin ‘altın’a endeksli olduğu, kurların sabit olduğu ve dolaşımdaki her türden paranın değerinin altın rezervleriyle ilişkili olduğu bir dönemdir. Benzer bir dönem, Birinci Dünya Savaşı’nın bitmesiyle birlikte, bu sefer kısa süreliğine, yeniden canlanır, ta ki 1929’da başlayan Büyük Buhran’a kadar. 1830’ler öncesi zaten henüz kapitalizmin oluşum ve yayılma dönemleridir ve doğrudan sömürgecilikle ve kölecilikle iç içe geçmiş durumdadır. İki dünya savaşı döne mine ve faşizme ait ise, geçtik kapitalizmi, hayatın herhangi bir alanına dair “altın çağ” olarak nitelendirilebilecek bir şey zaten mevcut değildir.

Yani, dememiz o ki, kapitalizmin tarihinde, 1945’ten sonra başlayıp 1970’li yıllara kadar devam eden “güleryüzlü kapitalizm”in bir benzerine rastlamak mümkün değildir.1 Kapitalizm hep “neoliberalizm gibi”ydi. “Vahşi” olan neoliberalizm değil, kapitalizmdir.

Parantezi kapayıp, kaldığımız yerden devam edelim.

POSTMODERNİZM VE EKONOMİ

Postmodernist yaklaşımların, yukarıda bahsi geçen köklü sosyo-ekonomik değişimlerin yaşanmaya başlamasıyla paralel bir biçimde ortaya çıkmasına ve yoğunlaşmasına paradoksal olarak, postmodernizm, hiç bir zaman, ekonomi disiplininin ciddi anlamda bir gündem maddesi haline gelmemiştir. Yani, varoluşsal sancılarının izine ekonomik değişim ve dönüşümlerde kolayca rastlayabileceğimiz postmodern düşüncenin en az yankı bulduğu alanlardan biri ekonomi disiplinidir. Gerçekten de; sosyoloji, felsefe, siyaset bilimi, uluslararası ilişkiler, dilbilimi, sanat, edebiyat, mimari gibi çok çeşitli alanlarda kendini açık ve net bir biçimde ve çoğu zaman da postmodern sıfatını yakasında gururla taşıyarak gösteren post-modernist damar; ekonomi disiplininde ise büyük oranda yokları oynamaktadır. Elbette ekonomi disiplini kategorisinin içine düşen çalışmalarda postmodernizmin etkilerini görmek ziyadesiyle mümkündür, ancak diğer alanlardan ve disiplinlerden farklı olarak, başlı başına postmodern bir anlayışı ekonomi disiplini içinde net bir biçimde görmek mümkün değildir. David Ruccio ve Jack Amariglio da “Modern Ekonomide Postmodern Uğraklar” adlı kitaplarında benzer bir noktaya parmak basıp, ekonominin diğer disiplinlere kıyasla postmodern bir damardan görece azade olduğundan, ancak bunun asla mutlak bir bağışıklık anlamına gelmediğinden, zira çeşitli ekonomik düşünce okullarının ve akımlarının çeşitli “uğraklarında” postmodern izlere rastlanabileceğinden, yani ekonomi disiplini içerisinde kendini ayırt eden tastamam bir postmodern yaklaşımdan söz edilemese de modern yaklaşımlara “sızmış” postmodern “yaklaşıklar”ın mevcut olduğundan söz etmektedirler.

Yine -ama bu sefer daha kısa- bir ara parantez açmak gerekir ki, bu dosya konusuna ilişkin derginin diğer yazılarında da vurgulandığı üzere, postmodernizm zaten başı sonu net bir “dünya görüşü”, net bir ideolojik çizgi ya da belirli bir siyasal pozisyon değildir. Aksine, postmodernizm, bir “düşünce atmosferi”dir, soluduğumuz havada dolaşan ve her şeye ve herkese yapışabilen partiküller gibidir. Entelektüel jargon ile ifade edecek olursak, bir “modus operandi”dir – bir şeyleri yapma, söyleme ve düşünme biçimi. Yani; yapılanın, söylenenin veya düşünülenin içeriğinden ziyade, o içeriğin içinde şekillendiği kaptır, konteynırdır. Somut bir örnek ile açıklamak gerekirse, örneğin birbirine karşı fikirsel açıdan ciddi zıtlıklar taşıyan 19. Yüzyıl Marksizmi ve 19. Yüzyıl Liberalizmi, modernizmin çocuğudur, ve birbirlerine, birincisinin 21. Yüzyıl Marksizmi’ne ve ikincisinin de 21. Yüzyıl Liberalizmi’ne olduğundan daha yakındırlar, en azından “akrabalık ilişkisi” bakımından – kanlı bıçaklı akrabalar olsalar da, en nihayetinde akrabadırlar. 21. yüzyıldaki Marksizm ve liberalizm, modernitenin değil, postmodernitenin çocuğudur. 21. Yüzyıl Marksizm’i 19. Yüzyıl Marksizm’i ile sıkı fıkı olsa da, aralarında “kan bağı” yoktur.

Konuya dönecek olursak, denilebilir ki, düşünsel anlamda postmodernizm eğer hali hazırda bir maçın tarafı değil de maçın üzerinde oynandığı zeminse, sadece ekonomi disiplininde değil, her disiplinde bir “sızıntı” olarak deneyimlenmelidir. O halde, bu durumda, ekonomi disiplinin bu bakımdan ayırt ediciliği nedir? Mesele basitçe sızıntının miktarı ve yoğunluğu mudur?

Hem evet, hem hayır! Evet çünkü postmodern düşünme, analiz etme ve anlama biçimlerini ekonomi disiplininde diğer disiplinlere kıyasla gerçekten de çok daha az görürüz. Hayır, çünkü bu sadece “niceliksel” bir mesele değildir. Peki nedir?

İKTİSADIN DOĞUŞU

Ekonominin ayrı bir alan ve bilimsel disiplin olarak ortaya çıkması, kapitalist üretim biçiminin ortaya çıkması ile birlikte mümkün olmuştur. Bunda, kapitalist sömürünün, kendinden önceki üretim biçimlerinden farklı olarak, üretimden sonra değil üretim esnasında gerçekleşmesi ve böylelikle de üretim sürecinin sınıfsal ilişkilerin merkezine oturması en büyük etkendir. Bu etkenin somut olarak nasıl vuku bulduğunun ayrıntılı bir tartışmasını merak eden okurlar, Ellen Meiksins Wood’un “Sermaye İmparatorluğu” isimli kitabının “Ekonomik Gücün Ayrılması” başlıklı ilk bölümü ile yine aynı yazarın “Kapitalizmin Kökeni” isimli kitabını faydalı bulacaktır.

Ekonomi disiplini ilk ortaya çıktığında, bugünkü anlamıyla bir “ekonomi” anlayışından söz etmek mümkün değildi. Zaten dönemin “ekonomistleri” bile kendilerini kelimenin bugünkü anlamıyla “ekonomist” olarak değil, bir nevi “toplum bilimci” olarak görmekteydiler. Yazdıkları metinler de “ekonomi” metni değil, “siyasal iktisat” metniydi. Böyle olması da ziyadesiyle anlaşılırdır. Zira yeni ortaya çıkmaya başlayan, henüz dünyanın pek az yerine nüfuz etmiş, dahası nüfuz ettiği yerlerde bile henüz yeni filizlenmiş ama bu haliyle bile bütün acımasızlığını, bütün hünerini ve bütün ihtişamını sergileyebilme kudretine sahip kapitalizmi sistematik ve kapsamlı olarak ilk gözlemleme, analiz etme, anlama ve anlatma şansına sahip bir “iktisatçı kuşağından” söz ediyoruz.

“Siyasal iktisat” terimi bugünkü pek çok ekonomist, liberal ve hatta pek çok sıradan vatandaş için bile kulağa tırmalayacı geliyor olabilir. Ne de olsa, söylemesi çok derin bir bilgelik ve çok büyük bir maharetmişçesine “ekonomiye siyasetin karıştırılmaması” ve “ekonominin siyasi kaygıları olmayan teknokratlara bırakılması” bugün gerek Kıbrıs’ta gerekse de dünyada pek çok ağızdan sık sık dillendirilmekte. Oysaki “klasik liberal iktisadın” kurucusu olarak da kabul edilen Adam Smith, David Ricardo ve Jean-Baptiste Say gibi isimler için siyasal iktisat, ekonomiyi “üzerinde uzlaşılması gereken teknik bir ilişki ağı” olarak değil; toplumsal, beşeri ve doğal bir karmaşık ilişkiler bütününün ifadesi olarak görmekteydi. Dahası, bahsi geçen isimler, hali hazırda var olanı teknik bir şekilde gözlemlemekle yetinmemişler, Yalman’ın ifadesiyle, “ele aldıkları tarihsel-toplumsal gerçekliğin ne olduğuyla birlikte nasıl oluştuğunu ve bundan sonra da nasıl oluşabileceğini, diğer bir deyişle nasıl değiştirilip dönüştürülebileceğini”2 de incelemişler, yani anlamak ile dönüştürmek arasındaki güçlü bağların bilinciyle hareket etmişlerdi. Karl Marx da, Aydınlanma geleneğinin bir uzantısı olan bu anlayışın ve yaklaşımın bir parçasıdır, ancak Marx’ı farklı kılan, bu anlayışın ve yaklaşımın temel varsayımlarının çok güçlü potansiyeller barındırmakla birlikte, ancak ciddi bir eleştirel sürece tabi tutuldukları takdirde anlama ve dönüştürme faaliyetine gerçek anlamda katkı sağlayabileceklerini düşünmesidir. Bu açı dan bakıldığında, Marx kendisini, bugün “liberal” sıfatıyla anılan klasik iktisadın kurucularının karşısına yerleştirmemiş, aksine, kendi eleştirel anlayışını, bu kurucuların üzerine bina etmiştir.

İKTİSADIN DÖNÜŞÜMÜ

Ekonomi disiplininin “siyasal iktisat” formunda siftah yapmasından çok da uzun olmayan bir süre sonra, 1870’ler ve 1880’lerle birlikte ise, ana akım ekonomi disiplinine bugünkü şeklini büyük oranda verecek olan “marjinal devrim” gerçekleşir. Bugün pek çok üniversitenin ekonomi bölümünün makro ve mikro iktisada giriş ders kitaplarının temel dayanağı olan, pek çok ana akım ve egemen ekonomik anlayışın temelini oluşturan ilkeler, bu “devrim” ile birlikte ilk kez ciddi anlamda gün yüzüne çıkar.

Adam Smith ile başlayan ve içine Marx’ı da alan 19. yüzyıl siyasal iktisatçıları için, değerin kaynağı ki bu değer bir ürün de olabilir bir hizmet de, – kabaca ifa-de etmek gerekirse- o değerin üretilmesi ve ortaya konulması için harcanmış emek-tir. Marjinalist ekonomistlere göre ise, bir ürünün veya hizmetin değeri, o ürün veya hizmetten alınan fayda veya duyulan tat-mine göre belirlenir. Bu iki farklı yaklaşımın değerlendirmesi, eleştirisi ve hangisinin daha sağlam ve ciddi bir açıklayıcı güce sahip olduğunun tartışması, bu yazının konusu değil. Bu tartışmanın yazıyı ilgilendiren kısmı, iktisatta “marjinal devrim” ile birlikte emek-değer teorisinin ve haliyle de siyasal iktisadın bir kenara bırakılmasıdır. Belirtmek gerekir ki, sadece “marjinal devrim” değil, aynı zamanda bir bütün olarak sosyal bilimlerde “pozitivizm”in baskın hale gelmesi de siyasal iktisadın arka plana atılmasında çok önemli bir faktördür.

Siyasal iktisadın yerini alan ve “neoklasik iktisat” olarak da bilinen bu anlayış, etkisini, 1970’lere kadar güçlü bir biçimde sürdürmüştür. Bu esnada Marksizm, Sovyetler Birliği ve Çin gibi “resmi ideolojisi” Marksizm olan devletlerin elinde bir bilimsel yöntemden ziyade bir “devlet politikası” haline geldiği için neoklasik iktisadın karşısına Doğu Bloku ülkeleri dışında çık(a)mamıştır. Bu dönemde neoklasik iktisat ile “içeriden” didişen tek anlayış, Keynesçilik’tir.

İKTİSADIN -HENÜZ- DÖNÜŞEMEMESİ

1970’lerin “stagflasyon” temalı global ekonomik kriz(ler)i, ekonomi disiplini üzerinde haliyle bir şok etkisi yaratır. Ancak bu şok dalgasından zaferle çıkmayı başaran, özelde, kütüğü Chicago Üniversitesi olan -ve aynı zamanda da Şili’de demokratik sosyalist Allende’ye karşı yapılan askeri Pinochet darbesinin “ekonomi politikaları”ndan da sorumlu olan- parasalcı okul ile genelde, neoliberal anlayış olmuştur.

Bu açıdan, denilebilir ki, “egemenlerin düzeninin iktisadı”nın en yavan hali, farklı biçimlere bürünse de, 1870’lerden beridir baskın haldedir. Bu baskınlığın, en azından entelektüel düzeyde, ciddi anlamda sorgulamaya başlanması ancak 1990’larla ve özellikle de 2007 global ekonomik krizi ile birliktedir. Gerek ana akım iktisadın “ortodoks” egemenliği karşısında filizlenmeye başlayan çeşitli “heterodoks” iktisadi anlayışlar (ki bunların içinde postmodern eğilimlere ve izlere rastlama şansınız daha yüksektir), gerek başta Sovyetler Birliği ve Çin olmak üzere reel sosyalizmlerin zincirlerinden azade olmuş çeşitli Marksist anlayışlar, gerekse de Keynesçilik ve sosyal demokrat anlayışlar; 1990’lı yıllardan itibaren kapitalizmin ve neoklasik iktisat ile neoliberal anlayışların, entelektüel ve akademik eleştirisi olmak bakımından yeniden canlanmışlardır.

Özellikle 2007 krizi, baskın neoliberal ekonomik anlayışı ve ekonomi disiplinindeki ana akım yaklaşımları ciddi bir sınava ve teste tabi tutmuşsa da, neoliberal kale sadece zarar görmüş, yıkılmamıştır. Kriz, neoliberalizmin krizi değil, neoliberalizmin içinde bir kriz halini almıştır ki bunda da, ekonomik krizi neoliberalizmin krizi yapacak başta işçi sınıfı hareketi olmak üzere güçlü ve kurumsal bir global toplumsal muhalefet yokluğu en büyük etkendir.

POSTMODERNİZM NEDEN EKONOMİ DİSİPLİNİNE –O KADAR DA- SIZAMADI

Neoklasik ana akım iktisat, her ne kadar egemenlerin ve egemen düzenin bakış açısı doğrultusunda bir bilgi üretme faaliyeti olsa da, barındırdığı çeşitli klasik özellikler gereği, postmodern anlayışların içine kolay kolay sızamayacağı bir analitik çerçeveye sahiptir. Örneğin, postmodernizmin gerçeğin inkârının -ya da en iyi ihtimalle nesnelliği imkânsız kılan mutlak göreliliğinin- aksine, neoklasik iktisat, katı pozitivist olguları temel alır ve “gerçeğe”, o gerçeği kanıtlamaya dahi ihtiyaç duymayacak kadar (aksiyomlar) koyu bir özgüvenle bağlıdır. Belirsizliğin ve akışkanlığın başat olduğu, her şeyin herkese ve herkesin her şeye eklemlenebildiği kaygan, elle tutulamaz ve hesaplanamaz bir düşünsel zemine ve analiz çerçevesine sahip postmodernizmin aksine, neoklasik iktisat, soyut ve varsayımsal da olsa, keskin matematiksel modellemelere, katı hesaba dayalı nicel çerçevelere bağlıdır. Postmodernizmin ekonomi disiplininde görece zayıf olmasının temel sebeplerinden birinin bu olduğunu söylemek mümkündür.

İkinci sebep, postmodernizmde “söylem”in ve “metin”in merkezi yerine ilişkindir. Sosyal bilimler içinde söyleme ve metne dayalı açıklamaların en az yer kapladığı alanın ekonomi disiplini olduğu söylenebilir. Yukarıdaki paragrafta da belirtildiği üzere, ana akım ekonomik yaklaşımlar söz konusu olduğunda “metin”den ziyade pozitivist çerçevede ele alınan veriler, matematiksel modeller ve yoruma kapalı aksiyomatik sabitler bahse konudur. Ekonomik alanı toplumsal ilişkiler çerçevesinde yorumlayan, ekonomik alanda toplumsal dinamikleri çözümlemeye çalışan ve haliyle de ana akım ekonomik yaklaşımlara eleştirel bir bakış açısına sahip olan Marksist ve -Keynesyen ekol başta olmak üzere- diğer heterodoks yaklaşımlarda dahi; başta üretime, dolaşıma, tüketime, ücretlere, kâra, paraya vesaire ilişkin hesap kitap işlerinden ve katı gerçeklerden kaçmak kolay -ve de istenir- değildir. Bu da, söylemin “esnekliğinin” elini kolunu ciddi anlamda bağlar. Tarımsal kredilerin bir önceki yıla kıyasla ihracat ağırlıklı tarımsal üretim faaliyetlerine oransal olarak daha fazla aktığına ilişkin veri elbette çeşitli biçimlerde yorumlanabilir ve çeşitli bağlamlara oturtulabilir; ancak, tarımsal kredilerin, söylemsel esnekliğe karşı, bir Jackson Pollock tablosu ya da iktidar üzerine kaleme alınmış bir metin kadar cömert davranmayacağı açıktır.

Üçüncü sebep, “postmodernite” ile “neoliberalizm” arasında bir paralellik olmasıdır. Bu paralelliğin tarihsel arka planı, yazının ilk kısmında ayrıntısıyla açıklanmıştı. Birbirine tarihsel ve organik bağlar taşıyan, entelektüel anlamda iç içe geçmiş bu ikiliden birinin diğerine yoğun bir biçimde sızmasına gerek bile yoktur, çünkü genelde neoliberal toplumsal formasyon, özelde de neoliberal ekonomi politikaları, postmodern durumun ruh halini en başından ve güçlü bir şekilde kucaklar.3 Ekonomi disiplininin ve alanının postmodernizmin yerleşikleşmeye başlamasıyla paralel zamanlarda neoliberalizmin ilkelerince belirlenmeye başladığı düşünüldüğünde de, postmodern durum için neoliberal ekonomik anlayışta sızılıp etkilenecek öğeler değil, yolda yürürken karşılaşıldığında gülümsenerek selam verilecek aşina bir yüz görmesi olağandır.

Gerçekten de, postmodern “özgürlük” ve “otonomi” anlayışları ile neoliberal ekonomi politikaları arasında temelde pek bir zıtlık yoktur, hatta pek çok ortaklık vardır. Bu ortaklığın harcı ise, devletin, o devlet sosyal bir devlet olsa dahi, birey özgürlüğünün ve keyfiliğinin karşısında bir engel olarak görülmesidir. Özgürlük, soyut bir bireyin soyut bir devlete karşı direnerek elde edebileceği soyut bir ödül gibi kurgulandığı ölçüde, devletin müdahil olmadığı bireyler arası ilişkiler ve bunların toplamı olarak kurgulanan sivil toplum, niteliğinden bağımsız olarak, özgürlüğün yegâne yuvası haline gelir. Böylelikle, bir yandan, devletin otoriter itfaiye kurumunun baskıcı hortumlarından çıkan tazyikli suya direnirken; öte yandan da özel bir bireyin sahip olduğu bir şirket tarafından açılmış ve devletin düzenleyici ve denetleyici tüm disiplinci uygulamalarından azade bir inşaat şantiyesinde, iş kazalarının özgürlüğünün tadına sonuna kadar varabilirsiniz!

Postmodern yaklaşımların en güçlü düşünsel kaynaklarından biri olan Foucault’ya ilişkin bir değerlendirmede Foucault’nun ekonomik liberalizmin çekimine ciddi anlamda kapıldığına vurgu yapılır: “Foucault, neoliberalizmde, tamamen modası geçmiş olarak gördüğü sosyalist ve komünist soldan çok daha az kuralcı ve otoriter bir yönetişim formunun ihtimalini görmüştü. Neoliberalizmde, özellikle, İkinci Dünya Savaşı sonrası refah devletinin sunduğundan çok daha az bürokratik ve çok daha az disiplinci bir siyaset formu görmüştü. Kendi antropolojik modellerini bireye yansıtmayacak, bireylere devlet karşısında çok daha fazla otonomi sunacak bir neoliberalizm hayâl etmişe benziyordu.”4

Bir önceki sebep ile bağlantılı olarak dördüncü sebep, gündelik ekonomik hayata ve ekonomi politikası önerilerine ilişki pek çok ilerici önerinin ve yaklaşımın, postmodern yaklaşımların duvarlarına toslayıp geri dönmesi, bu nedenle de ekonomi konusunda söyleyebileceği etkileyici ve radikal sözün pek olmamasıdır. Her türden yapıyı parçalayan, her türden büyük anlatıyı ayaklarının altında ezen, her türden tahakküm ilişkisini darmadağın etmek için kolları sıvayan; yeri geldiğinde antikapitalist, yeri geldiğinde antimilitarist, yeri geldiğinde ekolojist, yeri geldiğinde radikal demokrat, yeri geldiğinde hayvan hakları savunucusu, yeri geldiğinde ulus devlet karşıtı, yeri geldiğinde savaş karşıtı, yeri geldiğinde feminist, yeri geldiğinde azınlık hakları savunucusu olarak politik bir kostüme bürünüp aktivistlik eyleyebilen postmodernist siyasal faaliyet biçimleri, nedense asgari ücretin düşük olması, hayat pahalılığının artması, marketteki sebze ve gıda fiyatları, okul üniforması ve ilaç fiyatları, sendikasızlık, kiraların yükselmesi ve tüp gaza zam gelmesi gibi konularda bizleri “radikal açılımlar”ından mahrum bırakabilmektedirler. Peki neden? Şu yüzden: Antikapitalistirler, ama sosyalist değildirler; eşitsizlikten elbette memnun değildirler, ancak eşitsizliğin kökeni olan piyasa toplumlarını ortadan kaldırmaya yönelik her türden eylem, söylem ve girişimi daha en başından “totaliter” olmakla suçlayabilirler; kimsenin evsiz kalmasını istemezler, ama devletin girişeceği bir toplu konut projesini mimari ve kentsel açıdan bir dayatma olarak değerlendirebilirler; kimsenin yoksul olmasını istemezler, ama sosyal devletin refah uygulamalarını devlet otoriterliğinin dışavurumu olarak görürler; sendikalaşma elbette bir haktır, ama işçilere sendika dayatılması, bir işçinin iş kazası sonucu ölmesinden çok daha büyük bir insan hakları ihlâlidir.5

Beşinci ve son sebep ise, postmodern düşünce egzersizinin; bütünselliğe değil parçalanmışlığa, standart olana değil aykırı olana, norma değil istisnaya, düzene değil düzensizliğe, rutine değil kırılmalara büyük önem atfetmesine ilişkindir. Bu, kulağa ilk etapta gayet ilgi çekici ve hoş gelebilir. Ancak ekonomik dinamikler söz konusu olduğunda ki bunlar aynı zamanda toplumsal da dinamiklerdir, belirleyici olan, çoğu zaman en sıkıcı, en monoton, en rutin ve en normal olandır. Kapitalist üretim süreçlerinin işleyişi çoğu zaman “aykırılıklar” temelinde değil, “olağanlıklar” temelinde vuku bulur. Kapitalist toplumlar, ekonomik faaliyetlerin her düzlemde ve her düzeyde standardize edilmesi ile kendilerini yeniden üretirler. Kapitalist toplumların temel dinamiği olan sermaye birikim süreçlerinin muazzam bir standartlaştırıcı gücü vardır: tek ve şaşmaz hedefin artı değer (sokak aralarında kâr olarak bilinir) yaratmak olduğu ve bütün faaliyetlerini de bu tek ve şaşmaz hedefe doğru kanalize etmenin getirdiği kaçınılmaz standartlaştırıcı güç! Zamanın ve mekânın dahi mutlak ölçüde standardize edildiği (neyin ne kadar ne sürede nasıl kimler tarafından ne şekilde nerede üretileceği ve/veya sunulacağı); kârların ve ücretlerin sektör-içinde ve sektörler arasında eşgüdümlü hale geldiği; görünür-de sayıların ve figürlerin sürekli sıçrayıp düştüğü kaotik grafikler olsa da her şeyin ve herkesin basit bir maliyet ve kârlılık hesabına tabi olduğu; piyasadaki en aykırı yeniliklerin dahi, maliyetleri düşürdüğü anlaşıldığı anda, piyasanın başat aktörleri tarafından anında içselleştirilip bir rutin haline getirildiği bir süreç… Uzun lafın kısası, herkesin ve her şeyin kâr için üretimin çarklarında dövüldüğü bir makine.

Oysaki postmodern bir göz, beş bin kişinin çalıştığı Amazon şirketine ait bir paketleme fabrikasına baktığında, orda, beş bin kişinin tamamının nasıl da aynı kârlılık hedefi doğrultusunda standart ve katı bir emek harcama disiplini sürecine tabi kılındığına ilişkin düzenlilikleri ve rutini değil; beş bin işçinin etnik kökene ve cinsel yönelime göre dağılımına odaklanır; beş bin işçinin toplu sözleşme için iş durdurma eylemine gitmesine değil, işçilerin birbirine hitap ederken kullandıkları sözcüklere ilişkin linguistik kurgunun, sosyal gerçekliğin inşasında nasıl bir rol oynadığına odaklanır.

SONUÇ

Bu yazıda iktisadi düşünce tarihi, elbette büyük genellemeler yapma riskini göze alarak, postmodernizm ile olan mevcut ve potansiyel ilişkisi üzerinden değerlendirilmiş, sonrasında da, postmodernizmin ekonomi disiplinine neden diğer alanlara sızdığı kadar sızamadığına ilişkin yanıtlara ulaşılmaya çalışılmıştır.

Dipnot:

1 1945-1970’ler dönemi kapitalizminin ne kadar “güleryüzlü” olduğu, kimin için “altın çağ” olduğu, bu dönemi mümkün kılan yapısal ve öznel dinamiklerin neler olduğu ise, bu yazının amacının dışına taşan, ayrı bir tartışma konusu.

2 Galip Yalman, 2008, Aydınlanmadan Günümüze Siyasal İktisat.

3 “Hem sızması zor diyorsun, hem de sızmasına gerek kalmayacak kadar iç içe geçmiş diyorsun, bu nasıl iştir” türünden haklı bir itiraz yükseltilebilir. O yüzden, önemle belirtmek gerekir ki, neoliberal iktisadi anlayışın düşünsel arka planı, postmodern yaklaşımlar yaygınlaşmadan çok evvel halihazırda mevcuttu ve izleri klasik liberalizmi ile 19. yüzyıl anarşizmine kadar da takip edilebilir. Sızmaya gerek kalmaksızın iç içe geçmişlik ifadesi de, birbirlerini etkilemeye gerek kalmadan halihazırda taşıdıkları ortak düşünsel ögelere ilişkin bir göndermeden ibarettir.

4 “Can We Criticize Foucault?” (Foucault’yu Eleştirebilir Miyiz), Daniel Zamora ile yapılan ve 12.10.2014 tarihinde Jacobin’de yayınlanan söyleşiden: https://www.jacobinmag. com/2014/12/foucault-interview/

5 Bu örneklerin bir kısmı kulağa abartılı gelebilir, “hadi canım sen de, o kadar da değil” dedirtebilir. Ancak, gerek neoliberal, gerek postmodern düşünce biçimleriyle pek çok ortak noktası bulunan liberteryenizmin (https://www.libertarianism.org/columns/postmodernism-libertarian-introduction) aktivistlerinden bir kısmının, araba sürmek için devletten icazet, yani sürüş ehliyeti alınmasını bile bireysel özgürlüğe bir saldırı olarak gördüğünü not düşmek gerekir: https://www.youtube.com/watch?v=ZITP93pqt-dQ&ab_channel=SEAGUILAS – “Gary Johnson booed at the Libertarian Debate for Supporting Driver’s Licenses”