DP’ye bağlı Milli Eğitim ve Kültür Bakanlığı’nda müsteşarlık görevinde bulunan Asım İdris’in dün gerçekleşen istifası, ülkemizde devlet ile sermayenin nasıl iç içe geçtiğinin bir başka göstergesidir. Hatırlanacağı üzere 2015 yılında, CTP’nin Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanı olan Aziz Gürpınar görevinden alındıktan çok kısa bir süre sonra, görevi gereği denetlemesi gereken kurumlardan biri olan Yakın Doğu Üniversitesi’nin İş Sağlığı ve Güvenliği Enstitüsü’nün müdürü olmuştu. Dün ise, başlıca görevlerinden biri devlet okullarının kaliteli ve ücretsiz eğitim vermesini sağlamak olan bir bakanlığın müsteşarı, istifa eder etmez soluğu, kendi çocuklarını devlet okullarına gönderen personelini işten durduran agresif bir özel kuruma bağlı bir okulun müdürü olarak almıştır.
Devlet okullarının değerinin özel okullara karşı gittikçe gözden düştüğü; ücretsiz olması gereken eğitime yeterli bütçe aktarılamamasından dolayı öğrencilerden “kayıt parası” adı altında para toplandığı; bir zamanlar ülkemizin en kaliteli eğitim veren kurumları olan devlet okullarının artık “özel okul için parası olmayan ailelerin çocuklarını gönderdiği yer” olarak ayaklar altına alındığı bir durumla karşı karşıyayız.
Böyle bir durum karşısında sorun, herhangi bir kişinin özel bir okula müdür olması değildir. Ancak Asım İdris herhangi bir kişi değil, kamusal eğitimden sorumlu bakanlığın müsteşarıydı. Yani sorun, görevi yukarda sözü edilen durumu tersine çevirmek olan bir kişinin, bu durumun oluşmasının sebeplerinden biri olan eğitimde özelleşmenin bir parçası olan bir kurumda müdürlük yapmak için görevinden istifa etmesidir. Yani sorun, kuzuyu kurda emanet ediyor oluşumuzdur. Sorun, sosyal demokrat kimliği ile öne çıkan bir parti olan TDP’nin böylesi önemli bir görev verdiği bir parti yetkilisinin dahi kendi istikbalini özeldeki eğitimde görmesidir. Sorun, ister sol ister sağ isterse de başka bir kimlikle toplumun karşısına çıkmış düzen ve sermaye yanlısı partilerin, kendilerinin bile inanmadıkları değerleri sırf oy almak vaadiyle topluma pazarlamaları, ancak o değerlerden en önce kendilerinin taviz vermeleridir. İşte bu siyasi partilerin dillerinden o hiç düşürmedikleri “siyasete olan güvensizliğin” sebebi de yine bizzat kendileridir. Yani sorun siyasete olan güvensizlik değil, siyaset alanının söz ve eylemi tutarlı olmayan partiler tarafından kaplanmasıdır.
Sermayenin değil halkın siyaseti ön plana çıktıkça; özel sektör patronları için değil özel sektör emekçileri için siyaset yapanlar çoğaldıkça; “temiz siyaset” ve “herkesi kucaklayacağız” gibi suya sabuna dokunmayan laflarla değil emekçiden, üreticiden, küçük esnaftan, yoksullardan, dar gelirlilerden ve ezilenlerden yana açık açık ve net bir biçimde taraf olanların sayısı arttıkça ve devleti kendi çıkarları için kullanıp verimsizleştirenler ve bu uğurda sermayeyle işbirliği yapanlar yerine halkın haklarını, kamusal hakları, eğitimi, sağlığı, barınmayı, ulaşımı, gıdayı ve enerjiyi merkezine alanların sayısı arttıkça, siyasete duyulan güven de artacaktır. Güvenilmeyen siyasetin kendisi değil, söz ve eylemi tutarlı olmayan partilerdir.
Halkın hakları için,
Kamusal eğitim için,
Sermayeyle değil emekle işbirliği yapan bir siyaset için,
Bağımsızlık Yolu’nda örgütlen!