Celal Özkızan
1. Giriş
Bu yazıda, yarı akademik ve yarı deneme stilinde, Kıbrıs tarihindeki “iki toplumlu” dinamiklere ilişkin bir “boşlukları doldurma” çabası ortaya konacaktır. “Boşlukları doldurma” çabası olacaktır, çünkü bu yazıda, ortaya alternatif bir “tarih yazımı” koymak yerine, ki zaten bunu kısa bir makalede yapmak mümkün değildir, mevcut tarih yazımında gölgede kalmış, veya güneşin altında dursa bile kimsenin dikkatini yeterince çekmemiş bazı noktalar üzerinde durulacaktır.
Bu noktalar, tek başına, alternatif bir tarih yazımının yerini alamaz. Dahası, zaten bu yazının niyeti, çeşitli mevcut tarih yazımı türlerine bir “meydan okuma” da değildir. Aksine, yukarıda da belirtildiği gibi, hak etmediği kadar “silik” kalmış noktalara hakkını teslim etmektir. Sınıfın en arka köşesinde sessizce oturan ve teneffüslerde hiçbir arkadaş grubuna dâhil olmadan tek başına zaman geçiren o çocuğun varlığından herkes haberdardır, ancak hakkında, ne kadar “tuhaf” olduğu dışında pek konuşulmaz. Bu yazı, sadece o çocu ğun sırasının aydınlıkta ve görünür olduğu bir ışıklandırma sistemini sınıfa kurmak isteyen bir yazıdır: diğer çocuklar önemsiz, değersiz ya da anlamsız oldukları için değil, bu yazılık konumuz sadece “o çocuk” olsun diye.
Yazının geri kalanı ilk olarak kısa ve yüzeysel bir biçimde “iki toplum öncesi” ada tarihini ele alacak, sonrasında ise Osmanlı dönemi temelli bir tartışma ile “iki toplum” kavramı üzerine belirli tartışmalar öne sürecektir. Sonuç bölümünde ise, genel ve çok kısa bir özet ve değerlendirme yapılacaktır.
2. İki Toplumdan Önce
1990’lı yıllara kadar, Kıbrıs adasında insan yerleşiminin M.Ö. 7500-6500 arasında, yani orta Neolitik dönemde başladığı düşünülmekteydi. Ancak, 1990’lı yıllarla birlikte, Limasol’daki Ağrotur Körfezi bölgesindeki “Aetokremnos” adlı arkeolojik kazı sitesinde yapılan çalışmaların netleşmesiyle; Kıbrıs adasında ilk insan yerleşiminin Neolitik öncesi döneme, M.Ö. 10 binli yıllara kadar uzandığı belirginlik kazanmıştır (Simmons, 2001)1. Bu tarihlerden itibaren adada “Kıbrıslı” olarak adlandırabileceğimiz bir demografik süreklilik ortaya çıkmaya başlamıştır.
Buradaki “Kıbrıslı” ifadesi, elbette sadece coğrafi bir göndermedir, herhangi bir “ulus”a, “millet”e ya da “kültürel birliğe” ve hatta günümüzdeki anlamıyla bir “toplum”a dahi işaret etmez. Bu gibi kavramlar “modern zamanlar”a özgüdür ve ulus devletlerin ortaya çıkışı ile anlam kazanır. Bahsi geçen zaman dilimi bakımından ise “Kıbrıslı” ifadesi, belirli bir coğrafi alanda (Kıbrıs adasında) yoğunlaşmış ve süreklilik arz eden bir sosyoekonomik bütünlüğe işaret eder. Bu anlamıyla bir “demografik süreklilik”ten söz edilebilir. Çok ciddi toplumsal değişimlere uğramaya devam eden, ama artık “yurt edinilmiş” bir toprak parçasıdır Kıbrıs adası.
M.Ö. 1400’lü yıllarla birlikte ise, adaya yönelik Helenistik çerçevede nüfus hareketleri sistematik olarak görülmeye başlanmıştır. Böylece, bu tarihlerden itibaren, adada artık beşeri anlamda bir demografik sürekliliğin de ötesinde, görece istikrarlı bir toplumsal yapının da yavaşça şekillenmeye başladığı söylenebilir. Elbette bu süreklilik; başta toplumsal ilişkiler, üretim ilişkileri ve üretim biçimleri temelli olmak üzere çok çeşitli dönüşümlere de tanıklık etmiştir. Kısacası, bahse konu olan, dönüşüm içinde bir süreklilik, dönüşerek sürmekte olan bir bütünlüktür. Süreklilik ve istikrar kavramları ile kastedilen ise, Kıbrıs adasını, başta geçim amaçlı olarak yurt edinmiş ve bunu da belirli bir süre ve çeşitli kuşaklar boyunca görece istikrarlı bir biçimde ve görece kapsayıcı toplumsal dinamikler çerçevesinde gerçekleştiren bir insan topluluğudur.
Kıbrıs’ta çok çeşitli türden emek süreçleri, üretim ilişkileri, sömürü ilişkileri ve toplumsal ilişkiler deneyimlenmiştir. Örneğin, Helenistik çerçevedeki nüfus akımlarının hemen ardındaki dönemde, adada, dönemine göre ciddi anlamda gelişmiş ve kentlerde yoğunlaşmış bir bakır madenciliği ve imalâtı gerçekleşirken, kırsallarda ise ilkel nitelikte basit geçimlik tarım ekonomisinin hüküm sürdüğünü biliyoruz (Brown&Catling, 1986: 33). Örneğin, Kıbrıs’taki yerli halkın bir kısmının köleleştirildiği ve başka memleketlerdeki çalışma kamplarına gönderildiği dönemler olmuştur. Sina Dağı Manastırı’nın M.S. 600’lü yıllardaki keşişi Anastasius, Kudüs’ün doğusundaki Ölü Deniz bölgesindeki tarlalarda çalıştırılmak üzere özellikle Kıbrıslı kölelerin getirildiğini, çünkü diğer memleketlerden olanların hava koşullarına dayanamayıp kısa sürede hastalanıp öldüğünü, bir tek Kıbrıslıların dayanabildiğini anılarında yazmaktadır (Metcalf, 2009: 399). 2Kilisenin gücünün kökenlerinin Bizans döneminde temellendiğini, feodal ilişkilerin Frenk döneminde (Lüzinyanlar) konsolide olduğunu biliyoruz.
3. İki Toplumdan Sonra
Peki bu çok kısa tarihçe neden anlatıldı?
Osmanlı dönemine kadar, Kıbrıs adasında, “birikerek” ilerlemekte olan bir “toplum” oluşumu vardı. Bu toplumun kendi içinde egemenler ve ezilenler vardı. Kıbrıs’ı ele geçiren güç değiştikçe, “egemenlerin” niteliği ve profili de değişiyordu. Gerçi “yerli” egemenler, özellikle Ortodoks Kilisesi etrafında örgütlenmiş egemen kesim, bir süreklilik halindeydi. Yine aynı şekilde, “ezilenler” de, Kıbrıs adasının “yerlileri”ydi.
Görüldüğü üzere, içinde sınıfsal ayrımlar barındırmakla ve sürekli dönüşüme uğramakla birlikte “tekli” bir yapıdan söz etmekteyiz. O “tekli” yapının kendi içinde Ortodokslar, Frenkler, Latinler, Araplar ve daha başka çok çeşitli dini, coğrafi ve etnik kökene ilişkin gruplar bulunmaktaydı, ancak ortada, “ikili” bir yapı yoktu. Çok karmaşık, çok grift, çok katmanlı ama en nihayetinde bir bütünlük içinde vuku bulan bir yapı vardı. Bugün dilimize “iki toplumlu” kavramı ile yerleşmiş bulunan gerçekliğin sosyolojik temeli olan “ikili” yapının kökenleri ortada yoktu. Ta ki Osmanlı adayı ele geçirene kadar…
Osmanlı eğer iskân politikası konusunda kendi özgü bir politika izlemek yerine kendinden önceki egemenler gibi; yani doğrudan idari, askeri ve hukuki yöneticileri ve tüccarları ile adaya çıkarma yapsaydı, adadaki “tekli” yapı bozulmayacaktı. Ne de olsa Kıbrıs toprakları, farklı türden egemenlerin gelip geçmesine tarih boyunca alışkındı.
3.1 Osmanlı’dan Taşınan Nüfus
Ancak Osmanlı, adaya sadece “yönetici” suretinde gelmedi, aynı zamanda yönetici sayılamayacak on binlerce Müslüman’ı adaya iskân da etti. Bu sayının ne kadar olduğunu elbette net olarak bilmiyoruz. Kıbrıs’ın nüfusunun ve demografik yapısının tarihi üzerine kapsamlı bir çalışma yürüten Verropoulou’ya göre Osmanlı, vergi mükelleflerini saptamak maksadıyla, egemenliği boyunca üç nüfus sayımı gerçekleştirdi. Birincisi, Osmanlı’nın adayı ele geçirmesinin hemen ardından, 1571-1572 yıllarında gerçekleşen ve 15-50 yaş arası 20 bin Türk “yerleşiğin” sayıldığı; ikincisi 1777’de gerçekleşen, verisi günümüze ulaşmayan, ancak dönemin rahiplerinden Kyprianos’un aktardığına göre 47 bin Türk’ün sayıldığı ve son olarak da 1841’de Talat Efendi tarafından gerçekleştirilen ve Lacroix’in aktardığına göre 33,300 Türk’ün sayıldığı sayımlardır. Yine dönemin çeşitli gezginlerinin ortaya koyduğu sayılardan da aktarıldığı üzere, adadaki Türk nüfusun Ortodoks nüfusun 5’te 1’i ile 3’te 1’i arasında bir yerde olduğu düşünülmektedir (Verropoulou, 1997: 25-27). 1881’de Britanya’nın gerçekleştirdiği ve Kıbrıs’ın tarihinde herkesin resmi olarak sayıldığı bu ilk sayımda ise 45,458 Türk ve 137,631 Ortodoks tespit edilmiştir. Kısacası, Osmanlı dönemin de, sayıları 30 bin ile 50 bin arasında değişen ve Ortodoks nüfusun en fazla 3’te 1’ini en az ise 5’te 1’ini teşkil eden bir hacimden söz ediyoruz.
Kıbrıs’ta ikili bir yapı oluşmasının tek sebebi elbette mevcut 1571’deki mevcut demografik yapıya bir anda on binlerce kişilik bir hacmin yerleştirilmesi değildir. Yani, mesele, basitçe nicelik meselesi değildir. Kaldı ki, öyle olsaydı bile, bu yeni hacmin, adadaki mevcut demografik teklik içine karışıp erimesi de pekalâ mümkün olabilirdi.
Ancak mesele basitçe nicelik meselesi de değildi. Mesele, bu Türk nüfusun nitelik olarak da farklılık arz etmesiydi. Kıbrıs’ın Osmanlı dönemine ilişkin tarih yazımında, iki uç vardır. Birincisi, genelde milliyetçi tarih yazımında görülen, ve Osmanlı döneminde Müslümanları ve Ortodoksları tamamen karşı karşıya koyan anlayıştır. Diğeri ise, resmi olmayan tarih yazımında görülen, ve Osmanlı yöneticileri ile Ortodoks Kilisesi’nin, yani bir grup azınlığın iş birliği yaptığını, geri kalan köylülerin ise Ortodoks Müslüman demeden aynı koşulları paylaşıp, kardeşçe bir arada yaşadığına ilişkin anlayıştır. Bu iki anlayışın günümüzdeki siyasal yansımaları ise sırayla şöyledir: Milliyetçi anlayış, iki toplumun asla bir arada kardeşçe yaşayamayacağını söyler. Yani barış mücadelesini dışlar. Alternatif anlayış ise, barış mücadelesini merkezine koyar, ancak bir mücadeleyi “kurucu” bir mücadele olarak değil, bir “restorasyon” olarak görür (“yeniden” yakınlaşma, “yeniden” birleşme). Zira, bu anlayışta, Kıbrıslı Türklerin ve Kıbrıslı Elenlerin çoğu bir arada sorunsuzca ve aynı koşullar altında yaşamaktaydılar. Onları sömüren bir avuç Osmanlı ve Kilise yöneticisi vardı. 20. yüzyıla geldiğimizde ise ayrılığı körükleyen bu sefer bir avuç milliyetçi yönetici olmuştu.
Oysaki durum bu iki ucun da ifade ettiği gibi değil. Bir yandan, sınıfsal ilişkiler ve çelişkiler, milliyetçi tarih görüşünün anlattığının aksine, Kıbrıs adasındaki demografiyi “Türkler ve Elenler” ya da “Müslümanlar ve Ortodokslar” biçiminde bölemeyecek kimlikler üstü bir toplumsal yapıyı tetikler. Gavur İmam İsyanı ya da 20. yüzyıldaki ortak işçi mücadeleleri, örgütlenmesi ve grevleri olmasaydı dahi, yaşam ve çalışma koşullarının somut gerçekliği, bahsi geçen kimliksel ayrımları imkânsız kılardı. Kaldı ki, sınıfsal çıkarları için birbirleriyle gerek geçmişte gerek günümüzde iş birliği yapmaktan imtina etmeyen (Kıbrıslı) Türk ve Elen egemenlerin varlığı, milliyetçi tarih yazımının altını oyar.
Milliyetçi tarih algısının “ezeli ve ebedi ikilik” hikayesi ne kadar sorunluysa, alternatif tarih görüşünün ikiliğin ağırlığını ve baskınlığını hafife alan yaklaşımı da o kadar sorunludur. Türkiye’den Kıbrıs’a 1974’ün hemen sonrasında taşınan nüfusun, aradan yaklaşık elli yıl ve 3 kuşak geçmiş olmasına rağmen Kıbrıslı Türk toplumunun bir parçası olarak kabul edilmesi konusunda hepimizin bizzat gözlemlemekte ve deneyimlemekte olduğu sorunlar ve zorluklar ortadayken; Osmanlı’nın Kıbrıs’a taşıdığı nüfusun o dönem Kıbrıs’taki halihazırda var olan demografik yapıya oturmuş olduğunun hiç sorgulanmadan kabul edilmesi, tek başına şüphe doğurur niteliktedir. Literatüre “coexistence” kavramı ile geçmiş, ve adadaki “ikiliğin” (ister Müslümanlar ve Ortodokslar ister Türkler ve Elenler deyin) kendiliğinden, zaman içinde, otomatik olarak tekliğe düştüğü varsayımı, şüphe doğurur niteliktedir. Elbette, yüz yıllar boyunca süren kültürel, insani ve yaşamsal etkileşim, bu ikilik arasında azımsanamayacak bağlar yaratmıştır. Ancak mesele, bu bağların politik, ekonomik ve toplumsal bir “bütünlük” yaratıp yaratmadığına ilişkindir. Yoksa, yeryüzünün tarihindeki en kanlı iç savaşların ve en trajik süreçlerin ardında bile; kültürel, insani ve yaşamsal etkileşime dair sayısız örnek mevcuttur.
Politik, ekonomik ve toplumsal açıdan bakıldığında ise, Osmanlı dönemi Kıbrıs’ında “ikili yapı”nın “tekli” bir yapıya dönüşümüne dair ciddi bir ize rastlanmaz. Bunun sebebi milliyetçi tarih yazımında olduğu gibi din, millet ya da kültür farklı değil, aşağıdaki toplumsal ve sınıfsal faktörlerdir:
“Birlikte bir arada yaşam” algısı, Osmanlı döneminde Türklerin adanın “egemeni” olduğu gerçeğinin üzerini örter. Kıbrıs, bir Osmanlı sömürgesiydi, ve Kıbrıs’a taşınan Türk nüfusun kayda değer bir kısmı “egemen ve yönetici blok”a dâhildi. O yüzden, adaya taşınan Türklerin azımsanmayacak sayıdaki kısmını halk tabakasına dâhil etmek pek mümkün değil konumundaydı. Yani, sınıfsal yapı, basitçe “bir avuç Osmanlı yöneticisi ve Kilise’ye karşı Müslmanıyla Ortodoksuyla gariban Kıbrıs halkı” değildi.3 Sadece askeriye ile ilişkilendirilen ve sayıları 4500’ü bulan Türk söz konusudur Hadjianastasis (2009: 72). Doğrudan bu gruba (ve genel anlamda da egemen bloka) dâhil olmamakla birlikte bu gruba mensup kişiler için aracılık işlevi yapan Türkleri; idari, hukuki, bürokratik görevlerdeki geri kalan Türk yöneticileri; büyük toprak ağalarını ve sayıca az olsalar da Türk tüccarları da hesaba kattığımızda, adaya taşınan Türk nüfusun 3’te 1’ine ka dar varabilecek bir kesiminin “halk tabakası” olarak adlandırılamayacağını söylemek mümkün.
Egemen ve yönetici sınıfta Türklerin varlığı o denli fazla ve yoğundu ki, bunun Britanya dönemine yansımaları bile net olmuştur. 1920’lerin sonunda ve 1930’ların başında, Britanya’nın sömürge idaresindeki her türden memuriyet işinde çalışan Türklerin toplama oranı %36 iken, Elenlerin toplama oranı %56 idi. Bahsi geçen dönemde Türklerin adadaki toplam nüfusun sadece %17’sini, Elenlerin ise %80’ini teşkil ettiğini belirtmek, durumun çarpıcılığını ortaya koyacaktır (Rappas, 2014: 72-87).
Yine bir diğer destekleyici örnek olarak, demografik verilere bakılabilir. Yönetici ve egemen bloka mensup kişilerin köylerden ziyade kent ve kasaba merkezlerinde ikâmet etmesi olağandır. Osmanlı dönemine ilişkin bu yönde elimizde ayrıntılı veri olmamakla birlikte, Tauber’in (1955: 12) aktardığına göre, 1946 yılına gelindiğinde dahi, Türklerin nüfuslarına oranla Elenlere göre kent merkezlerinde daha fazla yoğunlaştıkları görülmektedir. Tüm Kıbrıs sathında Türkler, toplam kent nüfusunun %23.8’ini oluştururken, köy nüfusunun sadece %16.5’ini oluşturmaktadır. Tekrar edelim, bu çarpıcı veriler, Kıbrıs’ta Türk egemenliğinin sona ermesinden ve Türklerin kentlerde yoğunlaşmış çarşılardan yavaş yavaş geri çekilmeye başlamasından yaklaşık 100 yıl sonrasına ait demografik verilerdir. Osmanlı döneminde, Türk nüfusun daha büyük bir çoğunluğunun kentlerde yoğunlaştığını söylemek akla yatkın bir önermedir.
Hal böyle olunca, “Türk” kavramı ve Türk ahalisi, 19. yüzyıla gelindiğinde, Ortodoks-Elen ahalinin ortalama üyesinin gözünde, beraber köydeki tarlada çekiç ve orak salladığı bir figürü değil; kendisin den vergi toplayan, kendisini boyunduruk altında tutan, kendi ekinine zahmetsizce ortak olan bir şehirliydi, paşaydı, askerdi, ağaydı.
Bu algının aynısı, Kıbrıs’taki Türk ahalinin eli kalem tutanları arasında da yaygındı. Britanya dönemi ile Osmanlı dönemi arasındaki farkları kendi konumlarından kıyaslayan dönemin çeşitli gazete yazılarına hızlıca bir göz gezdirelim:
– 13 Ağustos 1920 tarihli (Sayı 49) Doğru Yol Gazetesi’nden Ahmet Raşid: “Elli sene önce zengin idik, bugün fakir olduk.”
– 8 Temmuz 1944, Halkın Sesi’nden “Larnakalı Köftecioğlu” imzalı makale: “Köle diye yanımıza aldıklarımız… varımızı yoğumuzu elimizden aldılar. Elden gitti ağalık! Söndü birden paşalık! Mal kalmadı! Mevkiler alındı! Ne bağımız kaldı, ne bahçemiz ne de çiftliğimiz!… Ağa idik köle olduk… Bey paşa idik dilenci olduk.”
– 25 Ocak 1924 tarihli (Sayı 3) Birlik gazetesi, “Görgülü” imzalı yazı: “Yanımızdaki hizmetçilerin uşaklığına düştük”4
3.2. Bitirmeden Önce
Bir çarpıtmaya veya yanlış anlaşılmaya mahal vermemek adına, sonuç kısmına geçmeden evvel, iki noktaya dikkat çekmekte fayda var:
1 – Osmanlı dönemindeki Türk nüfus, elbette sadece yöneticilerden ibaret değildi. Köylerde yaşayan ve çalışan, ya da kentlerde yaşamakla birlikte alt tabaka işlerde çalışan; bu doğrultudaki koşulları da Ortodoks köylülerden ve alt tabaka kent lilerden pek de farklı olmayan bir Müslüman halk tabakası elbette vardı. Ancak, bu halk tabakasının Ortodoks halk tabakası ile bütünlüklü bir demografiye evilmesinin önünde ciddi yapısal engeller vardı. Bunlardan birincisi, yukarıda da tartışıldığı üzere, kaydadeğer sayıda Türk’ün egemen-yönetici bloka dâhil olması, ve geri kalanların da bunun bir uzantısı gibi algılanmasıydı. Büyük bir çoğunluğun halk tabakasına, küçük bir azınlığın ise yönetici egemen bloka dâhil olduğu Ortodoks ahalinin aksine, Türk nüfusun içinde egemenlik daha çok yoğunlaşmış haldeydi. İkinci engel, Kıbrıs tarihi dersi almış hemen herkesin bilebileceği o meşhur millet sistemi ve onun yarattığı din temelli ayrı kurumsal ve legal yapı. Üçüncüsü, özellikle kentlerde yaşayan halk tabakaları söz konusu olduğunda, Ortodokslar ile Müslümanlar arasında görece katı bir iş bölümü vardı. Örneğin, bedensel üretkenlik gerektiren işler söz konusu olduğunda, kentlerde yaşayan Türklerin sadece kasaplıkta ve tabakhanecilikte yoğunlaşmış olduğu dile getirilmektedir (Katsiaounis, 1996: 39-46).
2 – “Bir arada barış içinde yaşama” kavramı, aslına bakılırsa, Osmanlı döneminden ziyade Britanya dönemi için daha sık kullanılır. Gerçekten de, bu dönemde, Kıbrıs’ta feodal ayrıcalıkların ortadan kalkıp kapitalist dönüşüm sürecine girilmesiyle birlikte, dinsel kimlikler arka plana itilmeye başlamış, çalışma koşulları ciddi şekillerde ortaklaşmıştır. Ortak işçi mücadelesinde ve ortak sendikalarda ifadesini bulan bu anlayışın neden politik ve toplumsal anlamda bir “Kıbrıslılık” yaratamadığının cevabının bir kısmını ise, bu derginin Ali Şahin imzalı yazısında bulabilirsiniz.
Ancak, Britanya dönemi söz konusu olduğunda, artık bir yanda erken 19. yüzyılda başlamış ve gittikçe Enosisçi ve etnik milliyetçi bir karaktere bürünmüş Kıbrıs’taki Elen milliyetçiliğinin; diğer yanda ise kısa süre öncesine kadar sahip olduğu ayrıcalıkları kaybetmenin doğurduğu reaksiyoner ve tepkisel bir tavırla işbirlikçilik ile ayrılıkçılık arasında savrulup duran Kıbrıs’taki Türk milliyetçiliğinin siyasal, ideolojik ve örgütsel olarak çok güçlü olduğu bir Kıbrıs’tan söz ediyoruz – yabancı faktörlere değinmedik bile. Böyle bir ortamda, ortak işçi hareketi bölünmeseydi dahi bunun siyasal ve toplumsal geniş çaplı bir başarıyı da ne kadar beraberinde getirebileceği zaten bir muammadır. İşte, bu yüksek başarı ihtimali dahi sunmayan ama yine de tutunacak tek dal olan sınıf temelli bir ortaklaşma da dönemin Kıbrıs solunun (AKEL olarak da okuyabilirsiniz) stratejik ve ideolojik hataları nedeniyle elden bırakıldığı için, ikili yapı, farklı formlarda da olsa, kendini yeniden üretmeye devam etmiştir.
Sonuç
Kıbrıs’ta 1571 ile temelleri atılan “ikili” yapı, doğuşundan itibaren güçlenerek bugünlere gelmiştir. Osmanlı döneminde ağırlıkla yapısal sebeplerden ve toplumsal ilişki biçimlerinden ötürü; Britanya döneminde ise siyasal, ideolojik ve stratejik sebeplerden ötürü bu ikili yapı kendini her seferinde daha da güçlenerek yeniden üretmiştir.
Bu açıdan baktığımızda, Kıbrıs’ta bir “birleşme”, “bütünleşme” ve “kardeşleşme” mücadelesi “yeniden” kavramıyla değil “yeni” kavramıyla kavranmalıdır. Var olan bir tekliğe yeniden dönüşten ziyade, ciddi anlamda hiç sarsılmamış bir ikiliği tek bir potada ilk kez eritme mücadelesidir verilmekte olan zira. Böylesine kızgın bir çeliği de ancak sınıf kazanında eritmek mümkündür.
Referanslar
An, A. (2006). Kıbrıs Türk Toplumunun Geri Kalmışlığı (1892-1962). Şadi Kültür ve Sanat Yayınları.
Brown, A.C. & Catling, H.W. (1986). Ancient Cyprus. Oxford.
Hadjianastasis, M. (2009). Cyprus in the Ottoman Period: Consolidation of the Cypro-Ottoman Elite, 1650–1750.
Hadjianastasis, M. (2015). Between the Porte and the Lion: Identity, Politics and Opportunism in Seventeenth Century Cyprus. M. Hadjianastasis (ed.) Frontiers of the Ottoman Imagination içinde. Boston: Brill.
Katsiaounis, R. (1996). Labour, Society and Politics in Cyprus During the Second Half of the Nineteenth Century. Nicosia: Cyprus Research Centre.
Metcalf, D.M. (2009). Byzantine Cyprus 491-1191. Nicosia: Cyprus Research Centre. M. Michael, M. Kappler & E. Gavriel (eds.) Ottoman Cyprus: A Collection of Studies on History and Culture içinde. Wiesbaden: Harrassowitz Verlag.
Rappas, A. (2014). Cyprus in the 1930s: British Colonial Rule and the Roots of the Cyprus Conflict. I.B. Tauris.
Simmons, A.H. (2001). The First Humans and Last Pygmy Hippopotami of Cyprus. S. Swiny (ed.) The Earliest Prehistory of Cyprus: From Colonization to Exploitation içinde. Sürekli Kriz
Politikaları içinde. Boston: American Schools of Oriental Research.
Taeuber, Irene B. (1955). Cyprus: The Demography of a Stategic Island. Population Index, 21(1), 4-20.
Verropoulou, G. (1997). The Demography of Cyprus (1881-1982). Yayınlanmamış Doktora Tezi. The London School of Economics and Political Science.
Dipnot:
1 İlginç bir not düşelim. Simmons’a göre (2001: 3) bahsi geçen ilk yerleşimcilerin, başta cüce suaygırı olmak üzere Kıbrıs adasının endemik faunasının neslinin tükenmesine sebep olduğu da ciddi bir ihtimal dâhilindedir.
2 Bu köleleştirme süreci, muhtemelen, 600’lü yıllarda gerçekleşen Arap istilaları bağlamında gerçekleşmiştir. Soli’deki bazilikadaki bulgular buna işaret etmektedir (Metcalf, 2009: 227).
3 Tali bir husus olarak belirtmek gerekir ki, Osmanlı öncesi Venedikli yöneticiler, Osmanlı döneminde ortadan kaybolmamışlar, aksine, kaydadeğer bir oranda Osmanlı dönemi egemen ve yönetici blokuna dâhil olmuşlardır (Hadjianastasis, 2009: 76-77; Hadjianastasis, 2015: 148- 153)
4 Uzatmamak adına burada duralım. Daha fazlası için bkz. An, 2006.