Ekolojik Mücadelenin Marksist Doğası – Hakan Tanıttıran

Hakan Tanıttıran

Özne Sayı 3

Kış 2022

“Sosyalizm ve ekoloji, 18. yüzyılın sonuyla 19. Yüzyılın sanayi kapitalizmine cevap olarak birbirinden ayrı ancak yakından ilişkili ve genelde birbirlerine yaklaşan eleştiri biçimleri olarak ortaya çıktılar. ‘Sosyalizm’ terimi ilk kez 1820’lerde İngiltere ve Fransa’da ortaya çıktı ve doğrudan işçi sınıfı mücadelesiyle ilişkilendirildi. ‘Ekoloji’ kelimesi ilk kez 1866’da (Marx’ın Kapital’inin yayınlanmasından bir yıl önce) Ernst Haeckel tarafından Darwin’in ‘doğanın ekonomisi’ kavramına atıfta bulunmanın bir yolu olarak ortaya atıldı. İngilizce diline (ekoloji olarak) on yıl sonra, Haeckel’in History of Creation başlıklı kitabının Darwin ile Thomas Huxley’in çevresinde yer alan ve aynı zamanda Marx’ın da dostu olan Lankester tarafından 1876’da tercüme edilmesiyle girdi.”1

Bu alıntının ortaya koyduğu temel gerçek, insanlar arasındaki eşitsizliği en uç noktaya taşıyan kapitalizmin aynı zamanda insan ile doğa arasındaki ilişkiyi de geri dönüşü neredeyse imkânsız kılacak ölçüde tahrip eden bir sistem olduğunun fark edilmesinin birbirine çok yakın zamanlarda gerçekleştiği ve bu farkındalığın “sosyalizm olarak adlandırılan” sınıf mücadelesi sayesinde olduğudur.

20. Yüzyıl: Emperyalizm ve Önceliklerin Değişmesi

19. Yüzyıl sosyalistleri başta Marx ve Engels olmak üzere kapitalizm ile ekolojik bozulma ve yıkım arasındaki diyalektik bağı herkesten önce fark etmişlerdi. Bunun nedeni de Marx’ın bilimsel yöntem olarak kullandığı materyalizmi “tarihsel” bir perspektife kavuşturması ve toplum bilimlerine olduğu kadar doğa bilimlerine de bu perspektiften bakabilmiş olmasıdır.

1800’lerin sonuna dek sosyalist düşünürler insan ve doğa ilişkisinin kopmaz bir diyalektik bağ içerdiğini hiç durmadan tekrarladılar. Ancak uluslararası sistemde emperyalist güçlerin doğması ve bu doğuşun emperyalist doğasının getirdiği büyük savaşların herkesin önceliklerini değiştirdiğini görüyoruz. Özellikle savaşların kaderini değiştiren atom bombasının keşfi ve kullanılması emperyalist kötülüğün insan ve doğayı radikal bir biçimde yıkıma götürebilme özelliğini açığa çıkarmıştır. Sovyetler Birliği’nin doğuşu ve yeni gelişen “ulusdevlet” formu kapitalist sömürünün yeni biçimlere bürünmesine neden oldu. Ortaya çıkan ulusal rekabetler ve kapitalist “tekelleşme” doğanın talanını katmerleştirerek insan doğa ilişkisinin radikal biçimde bozulmasını da beraberinde getirdi. Başlangıçta sermaye ve emek arasında tanımlanan sınıf mücadelesine yeni bir aktör olarak “ulus” girdi. Sosyalist mücadelede artık öne çıkan olgular ulusal olarak “emperyalistkapitalist boyunduruktan kurtulma” ve bir an önce “devrim” yoluyla sosyalizmin kurulması talebi oldu. Artık her türlü değişim “devrim”den sonraya ertelenebilir hale geldi. Sosyalistler açısından “kısa” ve “geçici” bir dönem olarak görülen bu süreç uzadıkça işler iyice karıştı. Devrim süreçleri beklenildiği gibi gelişmedikçe “devrimden sonraya” ertelenebilir olan çelişkiler insanlığın varlığını tehdit edebilir hale geldiği gibi “günlük yaşam” içinde eşitsiz ve adaletsiz bir dünyayı da hızla hissedilen ve “kabul edilemez” biçime soktu. Cinsiyet ayrımcılığından doğanın tahribatına uzanan sorunlar giderek toplumsal mücadelenin ertelenemez bir parçası haline geldi.

Özellikle 2. Dünya Savaşı sonrası oluşan “Yenidünya Düzeni”  ve “Soğuk Savaş” beraberinde silahlanma yarışı ve uluslararası rekabeti getirdi. 20. Yüzyıla damgasını vuran ağır sanayileşme çabaları gezegenin fütursuzca yağmalanması demekti. 1970’li yıllara gelindiğinde kapitalizmin ve sanayileşmenin dünyayı yıkımın eşiğine getirdiği sadece Marksistlerin değil sıradan insanların bile gördüğü bir gerçekliğe dönüştüğünde tüm dünyada hızlanan ekolojik bir mücadele ile yüz yüzeyiz. Bu mücadelenin niteliği de emek sermaye çelişkisinde durduğumuz yerle bağlantılı durumdadır. Bir yanda kapitalizmin ehlileştirilebileceğini düşünen ve sistem içerisinde ekolojik dengeyi korumak isteyenler dururken diğer yanda çevre sorununun kapitalizmin iflah olmaz ve değişmez doğasından kaynaklandığı bilen ve çözümün sermaye temelli iktisadi ve sosyal düzenden kurtulmakla mümkün olduğunu savunan Marksistler duruyor.

Diyalektik Materyalizm, Doğa Bilimleri ve Pozitivizme Karşı Mücadele

Marksistlerin çevreyi koruma mücadelesindeki yeri konusu ise pek çok yanılgının, “unutkanlığın” ve yanlış değerlendirmelerin üzerinde yükselmektedir. Kuşkusuz bunun pek çok nedeni var. Bu nedenleri ikiye ayırmak gerekiyor. Birincisi burjuva unutkanlığı ve sınıf düşmanlığıdır. İkincisi ise “solun” kendi içinde konuya yaklaşımlarında geçirdiği değişimdir. Biz solun değişimine odaklanırsak 1970’lerde yükselen postmodernist saplantıların, post-Marksist çıkışların ve bu çıkışların başta Marx olmak üzere sosyalist düşünürlerle hesaplaşma taleplerinin rolünün azımsanmayacak kadar büyük olduğunu görürüz. Günümüzde bir tür sosyalizm mücadelesinden kopuş olarak değerlendirebileceğimiz bu yaklaşımların trajik bir biçimde 1900’ların ilerleyen yıllarında yeşeren Batı Avrupa Marksizmi’nden beslendiğini söylemek de gerekiyor. Batı Avrupa Marksizmi’nin bu konudaki zaafı Marx’ın ekolojik bakışındaki tarihsel materyalizmi yeterince kavrayamaması idi. Felsefi temelini 1920’lerde “pozitivizme” karşı mücadelede bulan Batı Avrupa Marksistlerinin duruşunu belirleyen gelişme ise, o günün şartlarında diyalektik düşünce yönteminin doğaya ve doğa bilimlerine uygulanmasının mümkün olduğu fikrini, bütün bu alanı pozitivizme bırakarak, reddetmiş olmalarıdır.

Başta Lukacs, Korsch ve Gramsci’nin pozitivizme karşı giriştikleri amansız savaş Marksizm’in başından itibaren sahip olduğu ekolojik bakışta derin bir çatlak oluşturmuştur ve bu çatlak varoluşun ekolojiyle ilgili bütün alanlarının ve insanın doğayla birlikte evriminin bütünüyle göz ardı edilmesiyle sonuçlanmıştır. Bir bilimsel yöntem olarak tümelden gelici diyalektik yöntemin karşısına Burjuvazi tümele varımcı “pozitivizm” ile çıkmıştı. Pozitivizm ise yöntem olarak her şeyi sayılara indirgeyerek “ölçülebilir” hale getirmeye çalışıyordu. 20. Yüzyıla damgasını vuran Avrupa Marksizmi de bu gelişmeye “toplumsal bilimler doğa bilimleriyle aynı yerde değerlendirilemez ve ölçülemez” diye cevap vermişlerdi. Bu cevap kaçınılmaz olarak her türlü devrimci niteliklerine ve amaçlarının kesinlikle bu olmamasına rağmen Batı Avrupa Marksizmini -daha sonraki yıllarda Avrupa soluna derinden etki edecek- “kültürelci” bir bakış açısına itmiştir. Bu gelişmelerin Marksistler arasında da ciddi tartışmalara neden olduğunu belirtmek gerekiyor.

Özellikle 1930’lu yılların başında Gramsci ve Lukacs’ın, Buharin’in materyalist tarih anlayışını bir materyalist doğa anlayışına bağlama girişimine şiddetli karşı çıkışları, bilimsel yöntem tartışmasını Marksistler arası bir yapıya büründürmüştü. Gramsci cezaevinde kaleme aldığı Hapishane Defterleri’nde Nikolay Buharin’in Tarihsel Materyalizm’ini ve  (1931 yılında Londra’da toplanan Uluslararası Bilim ve Teknoloji Tarihi Konferansı’nda sunduğu) “Yol Ayrımındaki Bilim” çalışmalarını eleştirmiştir.2 Buharin, birçok bakımdan Gramsci’nin köklü eleştirilerine hedef olmuştur. Gramsci, “bilimi hayatın temeli yapma” ve “bilimin bir üstyapı” olduğu gerçeğini göz ardı etme yönündeki her türlü eğilime karşı çıkmıştı. Çünkü, böyle bir görüş, onun praksis felsefesinin “kendi dışından felsefi dayanaklara” ihtiyaç duyduğu anlamına gelecekti.3 Bu konuda başı çeken hiç kuşkusuz Georg Lukacs’tı. Lukacs’a göre, Buharin’in zaafı, kendisini daha önce Engels’in yaptığı gibi, “diyalektikten bir ‘bilim’ çıkarmaya kalkışmaya” götüren bir “sahte yöntembilim” yaratan “doğal bilimlerle fazla haşır neşir oluşuydu”.4

Doğa bilimlerini toplumsal gelişmeler ile birlikte değerlendirme bakış açısı Engels’in takıntıları gibi sunulsa da gerçekte Marx ve Engels bu konuda aynı bakış açılarına sahiptiler. Marx’ın “materyalist tarih kavrayışı” esas olarak “pratik materyalizm”e odaklanmıştır. Ona göre insanın doğayla ilişkisi “daha en başından” pratik, yani, eylem yoluyla kurulmuş ilişkilerdi. Marx genel materyalist doğa ve bilim kavrayışında hem “ontolojik materyalizmi” hem de “epistemolojik materyalizmi” kabul etmiştir. Marx’a göre, bilimin ilerleyişinde böyle bir materyalist doğa kavrayışı zorunludur. O, “dünya tarihini anlama yeteneğinin sadece materyalizmde bulunduğunu” iddia eder.

Materyalist tarih kavrayışının Marx’ın ifade ettiği şekliyle zorunlu olarak mekanik materyalizmde* olduğu gibi katı bir mekanik belirlenimcilik ima etmediğini anlamak önemlidir. Marx’a göre toplumsal olayları ve tarihi açıklayabilmek için gerekli bilimsel bakış açısı, doğal bilimlerini anlamadan sahip olunacak bir şey değildir. Marx bu yüzden, bilimin, eğer bilim olacaksa, materyalist olması gerektiğini ileri sürer. Bu yüzden de, Marx bütün ömrü boyunca hiç vazgeçmeden bilimdeki gelişmelerle baş başa bir iktisadi ve sosyal analiz yöntemi kullanmıştır.

Lukacs, Marx’ı izleyen “Buharin’in kuramının burjuva doğalbilimsel materyalizmine olan yakınlığının, model olarak ‘bilimi’ kullanmış olmasından kaynaklandığını” düşünüyordu. “Batı Marksizmi” olarak bilinen anlayış genelde diyalektiğin ancak topluma ve insan tarihine uygulanabilir olduğunu ve insandan bağımsız doğaya uygulanamaz olduğunu savunmuştur. Lukacs’a göre Buharin, diyalektiği doğaya uygulamakla toplumun araştırılmasına pozitivizmin sızmasına izin vermişti.5 Bu da o günkü pozitivizme karşı açılan savaşta Marksizm’in surlarında açılmış bir delik olarak algılandı. Yine de burada Gramsci’yi diyalektiği doğadan dışlama konusunda diğerlerinden bir miktar ayırmamız gerekir. Gramsci, Lukacs’ı da bu konuda şöyle eleştirir:

“Anlaşılan o ki, Lukacs diyalektikten doğa için değil, yalnızca insanın tarihi için söz edilebileceğini savunuyor. Doğru da söylüyor olabilir, yanlış da. Eğer bu önerme doğa ile insan arasında bir düalizm olduğunu varsayıyorsa yanılmaktadır çünkü dine ve GrekoHristiyan felsefesine uygun bir doğa anlayışına, aynı zamanda insanı ve doğayı sözel olmanın dışında gerçekte birleştiremeyen, birbiriyle ilişkilendiremeyen bir idealizme düşüyor. Ancak, insanın tarihi aynı zamanda doğanın da tarihi olarak kavranacağına göre (aynı zamanda tarih bilimi anlamında da) diyalektik doğadan nasıl ayrıştırılabilir? Belki de Lukacs Popular Manual’deki (Buharin’in Tarihsel Materyalizmi) barok teorilere tepki olarak, idealizm biçiminde, tam tersi bir hataya düşmüştür.”6

Gene de, Gramsci, Lukacs gibi, materyalist tarih anlayışını bir materyalist doğa anlayışına bağlama konusunda başarısız sayılmalıdır.

Buharin’in “denge”nin tanımlayıcı karakteristiklerinden biri oluşturduğu tahliline belli bir mekanizm sızmış olsa da, sentezinde, birlikteevrimci bir perspektifi de içeren ekolojik bağlantıların, Batı Marksizmi geleneğinde yitirilmiş olan anlaşılışı hayati önemdedir. Bu bakımdan Lukacs örneğini izleyen Frankfurt Okulu, ekolojik bilimin her türlü bilgisinden (ya da her türlü ekolojik bağlamdan) yoksun biçimde neredeyse bütünüyle kültürelci, aydınlanmacı olan ve genellikle insanın doğadan yabancılaşmasını dahi bilime atfeden bir “ekolojik” eleştiri geliştirmiştir. Bu anlayış, Marx’tan çok Romantik köklerden ve Weber’in ussallaşmanın ve dünyanın “büyüsünü yitirmesi”nin eleştirisinden kaynaklanır.7

Marx’ın ekolojik materyalizmini yeterince kavrayamayan veya göz ardı eden Lukacs, Korsch, Gramsci, Frankfurt Okulu ve Yeni Sol’un yazılarında, ekolojiye fazlaca yer vermemeleri bir yana, doğa ve fizik ilişkisinin de üzerinden atlanmış olduğunu görmek gerekiyor.

Buna reel sosyalizm adı altında, 1930’larda başlayan insan ve çevre konusuna küçümseyici sanayileşmeci yaklaşım da eklenirse,  Marx ve Marksist gelenek, sanki ekoloji ile hiç ilgilenmemiş gibi bir algı yaratılmıştır. Oysa gerçek bunun tam tersidir. Klasik Marksist metinlerin derinliğindeki ekolojik bakış can alıcı önemdedir. Bugün Marx ve Engels’in kendi dönemlerinde amansızca mücadele ettikleri Biyolojizme** veya aşırı Sosyal Darvinizm’e*** indirgenmesi tehlikesine yenilmemek, sosyalistlerin, bilimin Marx’tan, Engels’ten ve dönemin sosyalist düşünürlerinden miras kalan materyalist bakış açısını yitirmemesine bağlıdır. Bilim içinde Biyolojizm ve aşırı Sosyal Darvinizm’in yeniden canlanması tehlikesine karşı, mekanik ve indirgemeci olmayan, bu anlamda materyalist bir tarih kavrayışını muhafaza eden bir eleştirel materyalizm aracılığıyla etkili biçimde savaşmak gerekmektedir. 1800’lü yıllarda mekanik materyalizmi ve Sosyal Darvinizm’i aşan Marx’ın izinden gitmek önemlidir. O materyalist doğa kavrayışına yönelip “Praksis” üzerinde yoğunlaşarak insandoğa ilişkisine ve buradan da şu ekolojik diyalektik yaklaşıma ulaşmıştır: “Doğa, diyalektiğin kanıtıdır.”  Engels şöyle yazmıştı:  “Matematiğin ve doğal bilimlerin bu özetini çıkarmamda tarihteki olayların görünürdeki tesadüfiliğine egemen olan diyalektik hareket yasalarıyla aynı diyalektik hareket yasalarının doğada, sayısız değişimin karmaşası içinde kendilerini kabul ettirdiklerinden ayrıntıda emin olmak söz konusuydu.”8

Marx ve Doğacı Bakışının Değersizleştirilmesi

1970’lerden beri Marx, kendisine “çevreci” diyen pek çok kişi tarafından ekoloji karşıtı bir düşünür olarak nitelendirilmiştir.  Bunda bilgisizliğin bir payı olmakla birlikte Marx’ın materyalizm anlayışının çözümlemesinin hatalı yapılmış olmasının da payı vardır. Marx’ın materyalizmine bir büyüteçle bakarsak, onun materyalizminin büyük ölçüde, doktora tezine konu seçtiği antik Yunan Filozofu Epiküros’tan esinlendiğini fark ederiz. Marx, Epikuros’tan yola çıkarak geliştirdiği ve mekanik materyalizmi aşmasını sağlayan “Pratik Materyalizm”, yani eylemin oluşturduğu materyalist kavrayış sayesinde, Marksizm’e temel olacak bir ekolojik yaklaşım getirmiştir. Buradaki temel özellik Marx’ın mekanik materyalizm ile bağını koparmasıdır. Marx’ın, ekoloji ile kurduğu temel ilişki bu bağın kopmasıyla başlar.

Günümüzde Marx’ın ekolojik bakış açısının değersizleştirilmeye çalışılması her ne kadar 19. yüzyılda Marx ve Engels’in bilimsel yöntemi ile 20. yüzyıl Batı Marksizmi’nin pozitivizm karşıtı pozisyonundan kaynaklı duruşu ile arasına mesafe girmesiyle başlamış olsa da geldiği yer açısından üzerinde durmaya değer.

Bugün Marx’ı ve Marksistleri değersizleştirmeye çalışan akıl, Marx’ın ekoloji konusundaki sağlam yerini kazımak için çok zekice yaklaşımlar kullanmaktadır. Bu anlayışlar, doğa konusunda Marx’ın ekolojik ifadelerini, eserlerinin asıl konusuyla yani iktisat olarak tanımlayıp, insan doğa diyalektiğini iktisatla sistematik bağlantısı olmayan “parlak yan deyişler” olarak bir kenara koymaya çalışmaktadır. Böylece Marx’ın zekâsına selam çakarak söylediklerini bağlamlarından koparmış oluyorlar. Marx’ı ve Marksistleri birer iktisatçı olarak sunmak, onların bütüncül bakış açılarını değersizleştirmenin bir yolu olarak görülmektedir. Marx’ın türcü olduğu yani insanın hayvanlarla bağını radikal biçimde kopararak, hayvanların karşısında insanın tarafını tuttuğunu söyleyenler ya da onun doğanın sömürülmesini (onu değer kuramına dahil etmeyi ihmal ettiğinden) ele almakta nihai olarak başarısızlığa uğradığına ve onun yerine “Prometeusçu” (teknoloji yanlısı, ekoloji karşıtı) bir görüş benimsemiş olduğuna inanmamızı isteyenler bugün çevre konusunda etrafımızı sarmış durumda.

Marx ve Doğa

İnsan ve çevre konusunu bir “değerler sorunu”na indirgeyen, insanlarla doğa arasındaki evrimleşen maddi karşılıklı ilişkileri ıskalayan günümüz çevre bakış açısının Marksistlere yönelik eleştirileri, insanlarla çevreleri arasındaki etkileşimin temel doğasını anlayamaması ile yakından ilişkilidir. Hâlbuki Marx daha en başta “Doğa insanın inorganik bedenidir” diyerek konuyu bilimsel bir ekolojiye bağlamıştır. Marx’ın yazılarında fizik ve doğa arasındaki ilişkide, fiziksel olana karşı, toplumsal olanın tek taraflı bağımlılığını ve öte yandan bilimsel düşüncenin hem bağımsız hem de olgu ötesi etkisini bastırarak da, toplumsalın üretiminde insanın rolünü açıklayan bir pratik materyalizm yarattığını görmek gerekir.

“İnsanın evrenselliği” diyor Marx, “kendisini, tüm doğayı hayatın doğrudan araçları olarak ve madde, yani etkinliğinin nesnesi ve aleti olarak kendi inorganik bedeni kıldığı pratikte gösterir. Doğa insanın inorganik bedenidir demek, insan bedeninin dışındaki doğayı ifade eder. İnsan doğadan yaşar, yani, doğa onun bedenidir ve ölmeyecekse doğayla sürekli bir diyalog sürdürmelidir. İnsanın fiziksel ve zihinsel hayatının doğaya bağlı olduğunu söylemek, doğanın kendi kendisine bağlı olduğunu söylemektir, çünkü insan doğanın bir parçasıdır.”9 Marx bunu Alman İdeolojisi adlı eserde şöyle ifade ediyor: “Biz sadece bir bilim tanıyoruz, tarihin bilimi. Tarih doğanın tarihi ve insanlığın tarihi şeklinde ayrılan, iki perspektiften incelenebilir. Bu iki cephe birbirinden ayrılamaz, insan var olduğu sürece doğanın tarihi ve insanın tarihi birbirine bağlıdır.”10

Marx’ın düşüncesinde insanın doğaya yabancılaşması, kendi yaratıcı emeğine yabancılaşmasını ve böylece insan emeğinin yabancılaşması olgusunu getirmiştir. Bu yabancılaşma Marx’a göre, “insanı kendi bedeninden, kendisinin dışında var olduğu şekliyle doğadan, insani özünden koparır.” Dahası, bu daima toplumsal bir uzaklaşmadır; insanın kendisinden ve doğadan her türlü uzaklaşması ise kendisini, insanın diğer insanlarla ve doğa ile kurduğu ilişkide gösterir.11 Marx’ın insan emeğinin yabancılaşması mefhumu başından beri insanın doğadan yabancılaşması anlayışıyla bağlantılıdır. Tarihsel olarak bu iki katlı yabancılaşmadır.

Marx emek süreci üzerinden, insanla doğa arasında bir madde değişimi olduğunu ve aslında doğanın da, emek kadar maddi zenginliğin doğmasını sağladığını gören ilk filozoflardan biridir. 1843’te yazdığı “Yahudi Sorunu Üzerine” makalesinde “Özel mülkiyet ve para rejimi altında doğanın aldığı görünüm doğaya yöneltilmiş gerçek bir hakaret ve doğanın pratik aşağılanmasıdır” demektedir.12

Kapital’deki Marx’a göre doğadan yabancılaşma, “yabancılaşmış öz” haline gelen para fetişizmi aracılığıyla ifade edilir: “Para bütün şeylerin evrensel ve kendinden menkul değeridir. Bu yüzden bütün dünyayı, hem insani hem doğal dünyayı özgül değerinden yoksun bırakmıştır.”13 Tarım ve büyük malikâneler ile ilgili kurduğu bu cümle onun kapitalizmin doğayla uzlaşmaz çelişkisinin özel mülkiyet ile başladığını gösterse de Marx’ın bakışı bununla sınırlı değildir. Marx’ın ekolojik tehdide işareti, “1844 El Yazmaları”nda “büyük kentlerde görülen evrensel kirlilik”ten söz edişinde de görülebilir: “Temiz hava gereksinmesi bile, işçiler için bir gereksinme olmaktan çıkar. İnsan bir kez daha mağara hayatına dönmüştür. Ancak bu mağara, artık, uygarlığın pis kokulu ve hasta edici soluğuyla kirlenmiştir”.14

EmekDoğa Metabolik İlişkisi

Marx’ın materyalist doğa kavrayışı ve materyalist tarih kavrayışı Kapital’de ifadesini bulan düşünce sistematiğiyle bir bütündür. Marx, emek sürecini, “insan ile doğa arasında bir süreç, insanın onunla kendi eylemleri aracılığıyla kendisi ile doğa arasındaki metabolizmayı kurduğu, denetlediği, düzenlediği bir süreç” olarak tanımlamak için “metabolizma” kavramını kullanıyor. Marx’a göre kapitalist üretim ilişkileri ve kent ile kır arasındaki bölünmenin sonucunda, bu metabolizmada “onarılmaz bir yarılma” ortaya çıkmıştır. “Bu yüzden, ortaklaşmış üreticiler toplumunda, ‘insanın doğayla metabolizmasını’ burjuva toplumunun yeteneklerinin çok ötesinde ‘akılcı bir tarzda yönetmek’ zorunlu olacaktır” der.15

Doğa ile emek arasındaki ilişkinin metabolik olduğunu söyleyen Marx; doğanın ve emeğin toplumla ilişkisinin de metabolik olduğunu savunmuştur. Engels’le “Doğanın Diyalektiği” kavramına ulaşan klasik yaklaşım, bugünün ekolojik bakış açısının da temelidir.

Metabolizma kavramı, 1840’lardan günümüze dek organizmaların çevreleriyle etkileşimleri konusuna yönelen tartışmalarda başat bir rol oynamıştır. Günümüzde önde gelen sistem ekologları şimdi “metabolizma” kavramını tek bir hücreden başlayıp bütün ekosistemde biten tüm biyolojik düzeylerle ilgili olarak kullanmaktadır. Marx’ın kapitalist tarım hakkındaki düşünceleri “Kapitalist Toprak Rantının Doğuşu” ile ilgili yazdıklarının sonunda özetlenmiştir:

“Büyük toprak mülkiyeti tarımsal nüfusu giderek azalan bir asgariye indirir ve karşısına kentlerde toplanmış sürekli büyüyen bir sınai nüfus çıkarır; bu yolla, toplumsal metabolizmanın, hayatın kendi doğal yasalarınca konmuş olan bu metabolizmanın karşılıklı bağımlı sürecinde onarılamaz bir yarılmaya neden olan koşulları üretir. Bunun sonucu toprağın hayatiyetinin boşuna harcanmasıdır ve bu israf ticaretle tek bir ülkenin sınırlarının çok ötesine taşınır. Büyük ölçekli sanayi ve sınai biçimde yürütülen büyük ölçekli tarım aynı etkiyi yapar. İlk başlarda birincisinin emekgücünü ve böylece insanın doğal gücünü harcayıp tüketirken ikincisinin aynı şeyi toprağın doğal gücüne yapmasıyla ayırt edilirlerse de, gelişmenin daha sonraki seyri içinde, tarıma uygulanan sınai sistemin oradaki işçileri zayıflatırken, sanayi ve ticaretin tarıma toprağı tüketmenin araçlarını sağlaması yoluyla birbirine bağlanır.”16

Marx, Kapital’in birinci cildinde “Büyük Ölçekli Sanayi ve Tarım” bölümünde de benzer bir ifade kullanır:

“Kapitalist üretim insanları kentlerde bir araya getirir ve kentli nüfusun giderek artan bir öncelik kazanmasına neden olur. Bunun iki sonucu vardır. Bir yandan toplumsal harekete geçirici gücünü yoğunlaştırır, öte yandan insanla yeryüzü arasındaki metabolik etkileşimi bozar, yani, insanların besin ve giyecek olarak kullandığı toprağın oluşturucu unsurlarının yeniden toprağa dönmesini önler ve böylece toprağın kalıcı verimliliğinin ebedi doğal koşulunun işleyişini engeller … Fakat bu metabolizmayı çevreleyen koşullan tahrip etmekle … onun toplumsal üretimin düzenleyici yasası olarak ve insan soyunun tam gelişimine uygun bir biçimde sistematik yenilenmesini de zora sokar … Kapitalist tarımdaki tüm ilerlemeler yalnızca işçiyi soymak değil, aynı zamanda doğayı soymak sanatında da ilerlemedir; belirli bir zaman için toprağın verimliliğinde sağlanan her artış, bu verimliliğin daha uzun ömürlü kaynaklarının tahrip edilmesi yönünde bir ilerlemedir; kapitalist üretim bu yüzden tekniği ve üretimin sosyal süreçlerinin bütünleşme derecesi ni eş zamanlı olarak, ancak, bütün zenginliğin asıl kaynağını, toprağı ve işçiyi kurutmak üzere geliştirir.”17

Marx’ın konuyla ilgili tüm yazdıklarında ortak olan şey insan ile yeryüzü arasındaki metabolik alışverişteki,  yani, toprağı “sistematik biçimde yenilenmesi” gereken oluşturucu bileşenlerinden soymak yoluyla “hayatın doğal yasalarınca konmuş olan toplumsal metabolizmada” meydana gelen “yarılma” kavramıdır. Bu çelişki kapitalizmde büyük ölçekli sanayinin büyük ölçekli tarımla eş zamanlı büyümesiyle gelişir, bu büyümede sanayi tarıma toprağın yoğun sömürüsünün araçlarını sağlar. Marx, yiyecek maddelerinin ve giysi yapımında kullanılan liflerin uzun mesafeli ticaretinin toprağın oluşturucu unsurlarının yabancılaşmasına yol açarak bu “onarılamaz yarılma”nın önemli bölümünden sorumlu olduğunu savunur. Marx’a göre, bu, kapitalist gelişmenin doğal seyridir; “toprak pazarlanabilir bir meta olmuştur ve toprağın sömürüsü ticaretin olağan yasalarına göre yürütülecektir. Tıpkı pamuklu dokuma ve iplik imalatçıları gibi yiyecek imalatçıları olacaktır ama artık toprak beyleri kalmayacaktır.”

Marx’ın Kapital’in 1. Cildinde, “kör kazanç tutkusunun toprağı tükettiğinin,” “İngiliz tarlalarının” Peru’dan ithal edilen “guanoyla gübrelenmesini zorunlu kılan” koşullarda günü gününe izlenebileceği gözleminde bulunurken sorunun küresel boyutuna da ilk değinenlerdendir. Grundrisse’de de, tohum, guano ve benzerlerinin uzak ülkelerden ithal edildiği basit gerçeğinin, kapitalizmde tarımın “kendine yeterli” olmaktan çıktığına, “artık kendi üretiminin doğal koşullarını kendi içinde, doğal olarak yetişen, kendiliğinden ve el altında olarak değil, ama kendisinden ayrı, bağımsız bir sanayi olarak bulabildiğine” işaret ettiğini belirtir.18 Marx’ın akıl yürütmesinin merkezi bir unsuru, kapitalizmdeki büyük ölçekli tarımın içkin karakterinin yeni toprak işleme biliminin her türlü akılcı uygulamasını önlediği tezidir. Tarımdaki bütün bilimsel ve teknik ilerlemelere rağmen, sermaye, toprağın oluşturucu bileşimlerinin geri dönüşümü için gerekli koşulları sürdürmekten acizdir.

Marx’ın bu alandaki temel kavramsal kategorisi metabolizma, Almanca “Stoffwechsel” kelimesi bileşenlerine ayrıldığında, doğrudan biyolojik büyüme ve çürümenin yapısal süreçleri mefhumuna temel oluşturan “maddi alışveriş” mefhumunu anlatır. Marx emek sürecinin analizinde, analizinin tüm sisteminin merkezine metabolizma kavramını oturtmuş ve emek süreci hakkındaki anlayışını ona dayandırmıştır. Bu yüzden, emek sürecini (özgül tezahürlerine karşıt olarak) genel biçiminde tanımlayışında, Marx, metabolizma kavramını insanın doğayla emek aracılığıyla kurduğu ilişkisini tanımlamak için kullanır:

“Emek, her şeyden önce, insan ile doğa arasında bir ilişki, insanın onunla, kendi eylemleri aracılığıyla kendisi ile doğa arasındaki metabolizmayı kurduğu, düzenlediği bir süreçtir. İnsan, doğanın malzemeleriyle bir doğa gücü olarak karşı karşıya gelir. Doğanın malzemelerini kendi gereksinmelerine uygun bir biçime sokmak için kendi bedenine, kollarına, bacaklarına, kafasına ve ellerine ait doğal güçleri harekete geçirir. Bu hareket aracılığıyla dış doğa üzerinde eyler ve onu değiştirir ve bu yolla eş zamanlı olarak kendi öz doğasını değişikliğe uğratır … Emek sürecinin insan ile doğa arasındaki metabolik alışverişin evrensel koşulu, insani varoluşun doğaca dayatılmış ezeli ve ebedi koşuludur.”1921

Marx 186163 Ekonomik Elyazmaları’nda da şunları yazmıştı: “Fiili emek, doğanın insan gereksinmelerinin tatminine uydurulması, kendisi aracılığıyla insan ile doğa arasındaki metabolizmanın kurulduğu etkinliktir.” Bunu da, “maddi zenginlik, kullanım değerleri esas olarak emekçe değişikliğe uğratılmış doğal malzemelerden oluştuğu için” fiili emek etkinliğinin asla doğanın kendi zenginlik yaratıcı potansiyelinden bağımsız olamayacağı görüşü izler.20

Marx, metabolizma kavramını, hem doğayla toplum arasındaki insan emeği aracılığıyla kurulan metabolik etkileşim anlamında, hem de daha geniş anlamda kapitalizm tarafından meydana getirilen ve yabancılaşmış bir biçimde durmaksızın yeniden üretilen karmaşık, dinamik ve bağımsız bir ihtiyaçlar ve ilişkiler kümesini tanımlamak amacıyla kullanmıştır. Bütün bunlar insanın doğayla insan emeğinin somut örgütlenmesinde ifadesini bulan metabolizmasının yürütüldüğü tarzla bağlantılı olarak görülebileceğinden, insanın özgürlüğü sorunu da insanın doğayla metabolizmasından kaynaklanır. Böylece metabolizma kavramı Marx’ta hem özgül bir ekolojik anlam hem de daha geniş bir toplumsal anlam kazanır.

Geniş ölçekli kapitalist toplumun insanlarla toprak arasında böyle bir metabolik yarılma yarattığında ısrar etmek, sürdürebilirliğin doğaca konmuş koşullarının kapitalist toplumda ihlal edildiğini savunmaktır. Marx, “Kapitalist üretimin ancak, onu tükettikten ve doğal niteliklerini mahvettikten sonra toprağa döndüğü” gözleminde bulunur. Dahası, bu durum yalnızca toprakla ilişkili olarak değil, kent ile kır arasındaki uzlaşmazlık ilişkisinde de görülür. Marx’ın gözünde yiyecek ve lifli maddeler biçiminde topraktan alınan toprağın besleyici unsurlarının yeniden yerine konmasındaki başarısızlık, karşılığını kentlerdeki kirlilik ve modern kanalizasyon sistemlerinin akıl dışılığında bulur.

Kapital’in Üçüncü Cildinde, “Londra’da … dört buçuk milyon insanın ürettiği dışkıyla, Thames Nehri’ni devasa bir maliyetle kirletmekten başka yapacak daha iyi bir şey bulamamaktadırlar” der. Engels de bu konuyu kentle kır arasındaki bölünmenin aşılması gerektiğini işlediği Konut Sorunu’nda vurgulamaktan geri kalmaz. “Yalnızca Londra’da her gün, bütün bir Saksonya krallığında üretilenden daha fazla miktarda gübrenin korkunç masraflar yapılarak denize akıtıldığını” anlatır. Bu nedenle, (Komünist Manifesto’nun argümanını yineleyerek) “nüfusun bütün ülkeye olabildiğince tek biçimli bir dağılımı” ile birlikte “sınai ve tarımsal üretim arasında dolaysız bir bağlantının” yeniden kurulmasını savunur.21 Marx, Kapital’in Üçüncü Cildinde, metabolik çevrimin tamamlanması için “insanın doğal metabolizmasının ürettiği dışkıların” sınai üretimin ve tüketimin artıklarıyla birlikte toprağa geri döndürülmesinin gerekliliğindeki ısrarını sürdürür.

Marx’ın dünyanın “birbirini izleyen insan kuşakları” için korunması (ilk kez 1840’larda Proudhon’un Mülkiyet Nedir?’inde karşılaştığı bir fıkir) gereğine yaptığı vurgu, günümüzün sürdürülebilir kalkınma mefhumunun esasını yakalamıştır. Marx, “toprağın kalıcı bir komünal mülk olarak bilinçli ve ussal bir tarzda işlenmesi birbirini izleyen insan kuşaklarının varoluşu ve yenidenüretiminin vazgeçilmez koşuludur” der.

Bugün Karl Marx ve Engels’in izinden gidersek ilk olarak şu cümleyi kurmamız gerekmektedir; kapitalizm hakkında konuşmuyorsak iklim değişikliği ya da ekolojik yıkım için bir şey söylemiyoruz demektir. Kapitalizmi tarihin musalla taşına oturtmuyorsak doğanın çürümesi ile aralarındaki nedensellik bağını görmüyoruz demektir. Her zaman aklımızda tutmamız gereken ise hem bizim bugünkü mücadelemizi hem de Marx ve Engels’in kapitalizmin kurumsallaştığı yıllarda karşılaştıkları çevresel bozuklukla kapitalizmin ilişkisini yakalamasını sağlayanın “pratik tarihsel materyalist” bakış açısı olduğudur.

Dipnot:

1 John Bellamy Foster, Doğanın Dönüşü, Cilt 1, Kalkedon Yayınları, 2021, İstanbul,  sf. 16.

2 Antonio Gramsci, Hapishane Defterleri, Kalkedon Yayınları, 2012, İstanbul.

3 John Bellamy Foster, Doğanın Dönüşü, Cilt 2, (Yayımlanacak) Kalkedon Yayınları, 2021, İstanbul.

4 John Bellamy Foster, Doğanın Dönüşü, Cilt 2, (Yayımlanacak) Kalkedon Yayınları, 2021, İstanbul.

* Mekanik materyalizm, doğadaki bütün olayları yani fiziksel, ruhsal, kimyasal, biyolojik, toplumsal olayları en basit maddesel olaylar haline sokmaya çalışan materyalizmdir. Mekanik materyalizm Marx ve Hegel’in metafizik olarak tabir ettikleri eski mantığa dayalı bir öğretidir. Buna göre; doğa olayları sonuç bağlantılarıyla birbirine bağlı olup bu bağlantılar hem tek yanlıdır hem de değişmezdir. Bu bağlamda ilk ve ana nedenler hep mekanik olgulardır. Mekanizm katı bir nedensellik kuralına dayanır ve gelişim ve değişimleri kesinkes göremez. Bütün olguları tek bir nedene indirgeyerek sorunların çözümünün yeterli olacağını söyler. Diyalektik materyalizmden kesin ve net bir şekilde ayrılmaları bu nedenden ötürüdür.

5 Georg Lukacs, Tactics and Ethics, New York: Harper & Row, 1972, 13640.

6 Antonio Gramsci, Hapishane Defterleri, Kalkedon Yayınları, 2012, İstanbul.

7 Max Horkheimer ve Theodor W. Adomo, Aydınlanmanın Diyalektiği, Kabalcı Yayınları, İstanbul, 2016.

** Biyolojizm, insanın fizyolojik ve psikolojik özelliklerinin bütününün asaletinden, asıl olmasından kaynaklandığını, insanın çok gelişmiş karmaşık bir doku ve bünye içinde meydana geldiğini ve herkesin biyolojinin yasalara göre yaşadığını savunan felsefi görüştür. İnsanın özgür, bilinçli bir varlık olduğunu yadsıyan bu bakış insan yaşamını katıksız bir biçimde biyolojinin bakış açısından yorumlayan, toplumsal ya da kültürel görüngüleri biyolojik temele indirgeyerek açıklayan kuramsal bir yaklaşımdır.

*** Sosyal Darwinizm, Darwin’in kuramının genişletilerek sosyal alanda uygulanmasıdır. Yani, bireysel organizmalar arasındaki rekabetin çevreye en uygun olanın idame etmesi yoluyla biyolojik evrimsel değişikliğe neden olması gibi; bireyler, gruplar veya uluslar arasındaki rekabetin de insan topluluklarında sosyal evrime neden olduğunu öne süren kuramdır. Faşizm ve nasyonal sosyalizm, insan ilişkilerinde sosyal darwinist bir bakış açısı ile işlemiştir. Amaç üstün bireyleri desteklemek ve zayıf bireyleri sistem dışına taşımaktır.

8 Friedrich Engels, AntiDühring, Sol yayınları, 2003, Ankara, s.16.

9 Karl Marx, Early Writings, https://archive.org/details/earlywritings0000marx.

10 Karl Marx, Alman İdeolojisi, Sol Yayınları, Ankara, 2015.

11 John Bellamy Foster, Marx’ın Ekolojisi, Epos Yayınları, Ankara, 2001, sf. 111.

12 Karl Marx, Yahudi Sorunu, Sol yayınları, Ankara, 1997..

13 Karl Marx, Kapital 1. Cilt, Sol Yayınları, Ankara, 2011.

14 Karl Marx, 1844 El Yazmaları, Birikim Yayınları, İstanbul, 2016.

15 Karl Marx, Kapital 1. Cilt  ve Paul Burkett. Marx ve Doğa AlYeşil Bir Perspektif, Epos Yayınları, Ankara, 2004.

16 Karl Marx, Kapital 3. Cilt , Sol Yayınları, Ankara, 2011.

17 Karl Marx, Kapital 1. Cilt.

18 Karl Marx, Grundrisse, Sol Yayınları, Ankara, 2013.

19 Karl Marx, Kapital 1. Cilt .

20 Aktaran John Bellamy Foster, Marx’ın Ekolojisi.

21 Friedrich Engels, Konut Sorunu, Yordam Yayınları, İstanbul, 2020.