Kıbrıs’ta Çevre-Ekoloji Mücadelesi – Nazen Şansal

Nazen Şansal

Özne Sayı 3

Kış 2022

Ada yarımız, politik ve hukuki olarak tanınmasa da dünyaya egemen olan iktisadi sistemle yakınen tanışık durumda. Hatta bu sis- temin “gelişmiş” olduğu ülkeler arasında bulunmadığı için en vahşi yönlerini yaşamakta, emek ve doğa üzerindeki kapitalist sömürü hem küresel hem yerel ölçekte katmerlenmekte. Bir de IMF ve Dünya Bankası’ndan Türkiye’ye Türki- ye’den de kuzeye (öte taraftan AB’den de güneye) dayatılan neoliberal reçetenin gereklilikleri eklenince, artık doğamızın metalaşması, doğaya ait süreçlerin ekonomik faaliyetin bir unsuruna dönüşmesi ve tabiatın insanlığa sunduklarının piyasalaşması kaçınılmaz oluyor. Muasır medeniyetler seviyesine ulaşmak için se- çilen ekonomik “kalkınma” modelleri, kitle turizmi, yol ve inşaat yaparak “gelişme”, tüketim çılgınlığı, fosil yakıta bağımlı enerji üretimi, hülasa devlet-sermaye işbirliği insani ve ekolojik yıkımla sonuçlanıyor. Bu, her zaman çıplak gözle görünebilir ve derhal refleks gösterile- bilir bir saldırganlıkta gerçekleşmiyor; bazen de “çevreci” şirket, kurum, parti hatta STK’ların desteği ile karşımıza çıkıyor.

Çevre sorunlarına, kâh yüksek perdeden kâh cılız, zaman zaman bölgesel bazense ada çapında tepkiler örülüp örgütleniyor, çevresel duyarlılık, yeni moda deyişle farkındalık her geçen gün artıyor, sistem içi bazı kazanımlar da elde ediliyor. Ancak bütünlüklü, sürekli, emek-doğa denklemini doğru yerden kuran yani toplumun devrimci dönüşümüne yönelik kitlesel bir çevre mücadelesinden söz etmemiz -şimdilik- olanaklı görünmüyor. Bu handikapı aşabilmemiz için çevre-ekoloji hareketinin sınırlılıklarını ve imkanlarını, zaaflarını ve potansiyelini masaya yatırmamız gerekiyor. İşte bu yazı aslolanın praksis olduğu vurgusuyla, bu bağlamda bir değerlendirmeye soyunuyor.

Başlık, “Kıbrıs’ta ÇevrEkoloji Mücadelesi” olmakla birlikte, daha ziyade Kıbrıs’ın kuzeyine odaklanılacak ancak doğa ve onun tahribatı sınır tanımadığı gibi çevre-ekoloji hareketinin barikatları aşma olanaklarına, barışa ve halkların kardeşleşmesine hizmet etme potansiyeline de değinilecektir.

Tali Alan ve Ertelemecilik: “Devrimden Sonra”dan “Çözümden Sonra”ya

Geleneksel sol, yıllarca temel mücadele alanını emek-sermaye çelişkisi üzerine kurmuş ve çevre gibi bunun dışında gördüğü tüm sorunları tali bir konuma yerleştirmiştir.1 Bunda, 1900’lerin ortalarına kadar, doğanın taşıma kapasitesi (kendini yenileyebilme yeteneği) sayesinde çevresel tahribatın yoğun olarak hissedilmemesinin etkisi olduğu gibi, iki kutuplu dünyada kapitalizmin karşısında konumlanmanın öncelikli gerekliliği de rol oynamıştır. Keza, bugünün sosyalistlerinin erişebildiği (elinizde tuttuğunuz derginin diğer yazılarında da yer alan), başta Marx ve Engels olmak üzere Marksistlerin 1800’lü yıllardan itibaren ortaya koydukları ekolojist yaklaşımlar henüz bilinmemekte, bu gibi metinler devrimci çevrelerce tartışılmamaktaydı. Yüzünü Sovyetler Birliği’ne dönen ana akım sol ise Ekim Devrimi’nin ilk yıllarında gerçekleştirilen ekoloji temelli uygulamalardan (doğal varlıkların kamulaştırılması, ormanların korunması kanunu, zapovedniki denen ekoloji koruma ve bilimsel araştırma alanları gibi) bihaberdi. Dolayısıyla ülkemizdeki solun yakın geçmişe kadar ekoloji körü olduğunu, çevresel sorunlara, devrimden sonra çözülecek tali meseleler olarak baktığını söylemek yanlış olmayacaktır. Bu yargımı sınamak için bilgisine danıştığım ve 80’li yıllardan önce bölgesel ölçekte de olsa, solda bir çevre hareketi olup olmadığını sorduğum bir devrimci, “O zamanlar böyle şeyler ayıplanırdı. Devrim ve Kıbrıs sorunu halledilecek sonra bunlara sıra gelecekti.” cevabıyla bu düşüncemi doğruladı. Ve üzerine bir de ülkemiz soluna özgü bir “öncelik” ekledi: Kıbrıs sorunu.

Son yıllarda sağ-sol farketmeksizin (postmodernist çevrelerden liberal sola, sağ partilerden büyük sermaye gruplarına, emperalizmin fonladığı STK’lardan gerici odaklara kadar) her kesimde çevrecilik moda haline gelmiş olsa da soldaki Kıbrıs sorunu önceliği halen geçerliliğini korumakta. Görüşme masasında yaşanan bir ısınmanın derhal küresel ısınmanın önüne geçtiği, çözüm yolundaki “son tren”lerin heyecanıyla kurulan ve hayal kırıklığıyla yıkılan platformların, ekolojik yıkıma karşı mobilize olabilecek gücü ve enerjiyi yok ettiği, toplum-sal tecrübelerimizle sabit. Oysa halklar adına yapılacağı iddia edilen anlaşmaya, süreklilik arzeden bir mücadele ile eko-loji bakış açısını katabilmektir önemli olan. Kıbrıslı Türk halkının hukuksal, ekonomik, kimliksel ve kültürel sıkışmışlığına getirilecek bir açılım, demokrasi, katılımcılık ve ekolojist bilinci geliştirdiği oranda doğa ile barışık bir yaşama da hizmet edecektir. Örneğin, bölünmüş Lefkoşa’nın kırık kalbindeki askeri yeşilin yerine doğanın yeşilini koymak ve bir barış parkı yaratmak, politikacıların hamasetinden bağımsız olarak halkların ortak talebi şeklinde yükseltilebilir.

Barışa giden bir yol kurulacaksa yeniden, ada halklarının bir yanda Trodos öte yanda Beşparmak ormanlarını koruması, bir tarafta Karpaz’ın öte tarafta Akamas’ın doğal güzelliklerini sermayeye karşı birlikte savunması ile olacak. Ancak bunu, emri büyük yerden alıp mahkeme kararını dahi beklemeden Karpaz’a elektrik götürenlerden, Akkuyu’da nükleere hayır derken Ankara’nın dayatmalarına ses çıkaramayanlardan beklememek gerek. Ya da güneyde, adına yeşiller veya ekolojistler de dese, muhafazakâr ve milliyetçi bir bakış açısıyla siyaset yapan partilerden yeşil bir barışı ummak rasyonel olmayacaktır.

İklim bilimciler, artık tek bir fosil yakıtın dahi yeryüzüne çıkarılmaması için alarm verirken, adamızın çevresinde, gerilimler pahasına aranan ve bulunması halinde birkaç büyük şirket ve yerli yandaşlarını zengin edecek olan petrol ve doğal gazın, çözüme ve halkların refahına hizmet edeceğini düşünmek de en iyi ihtimalle saflık olur. Ortadoğu, petrolün halklara barış değil yeni yıkımlar ve çatışmalar getirdiğinin en yakın örneğidir. Kuzeydeki ve güneydeki düzen partileriyse, çevrecilikte mangalda kül bırakmazken en hayati sorun olan iklim krizini tetikleyen fosil ya-kıtların sondajı ile ilgili eleştirel tek bir söz etmemektedir. Çünkü doğanın ve halkların menfaati ile sermayenin ve emperyalistlerin çıkarları arasında saflarını belirlemiş durumdadırlar. Buna rağmen (ya da tam bu yüzden) Kıbrıs sorununun gündem olmadığı boş vakitlerin-de ayrıca elbette seçim zamanları yaklaş-tığında, etki alanlarındaki STK’ları ve iyi niyetli doğa severleri de kanalize ederek bu “tali alan”da çevrecilik oyunlarına devam etmektedirler.

Sistemin üretim ve tüketim dayatmasını sorgulamadan pet şişe veya teneke kutu toplamak, sahillerde temizlik yaparak vicdan rahatlatmak, katliama dönüşen avcılığa karşı çıkmadan yaban hayatı korumaya çalışmak faydalı ancak yetersiz çabalardır.

Yeni Toplumsal Hareketlerin Pozitif ve Negatif Etkisi

Bir süre ekoloji mücadelesine mesafeli kalan sol, 1970’lerden itibaren ortaya çıkan yeni toplumsal hareketlerin etkisiyle yükselen yeşil harekete duyarsız kalamamıştır. Endüstriyel toplumda ekonomik ve siyasi konular etrafında doğan eski işçi sınıfı hareketinden farklı olarak, yeni hareketler çevre, barış, toplumsal cinsiyet gibi kültür ve kimlik ile ilgili konular etrafında doğdular. Kapitalist toplumda temel çatışmanın daima sınıf çatışması olacağı ve temel toplum-sal hareketin de işçi sınıfı hareketi ola-cağı argümanına karşı çıktılar. Üyeleri bazı siyasi partilerin etki alanında olsa da genel olarak siyasetten ve devleti ele geçirip dönüştürme hedefinden uzak durarak yeni orta sınıfa ve farkındalık yaratmaya odaklandılar.

Ülkemizde de halen etkisi olan bu anlayışla pek çok çevre derneği ve hareketi kuruldu. Bunların bir kısmı mesleki ve bilimsel araştırmalara, bir kısmı bölgesel sorunlara ağırlık verirken ülke çapındaki ekoloji meselelerinde biraraya gelerek devrimci solun da katkısıyla kamuoyu oluşturmayı başardılar. Yeni ormanların yaratılması, gençlerin çevre bilincinin geliştirilmesi, kıyılarımızda petrol dolum tesisi kurulmaması, mili parkların ve yeşil alanların korunması, CMC’nin bırakıp gittiği atıklara, otellerin ve inşaatların yarattığı kirliliğe dikkat çekilmesi, kuşların, kaplumbağaların ve endemik türlerin korunması, taş ocakları ve Akkuyu Nükleer Santrali’ne karşı kampanyalar örgütlenmesi gibi konularda önemli çalışmalara imza attılar. Kapıların açılmasından sonraki yıllarda da görüşme masasının yarattığı atmosfere göre değişkenlik gösterse de iki halkın ortak mücadelesinde ilerleme kaydettiler. Bugün bu örgütlerin sayesinde çevre-ekoloji meselelerine duyarlı, hay-van hakları konusunda hassas bir orta sınıfın yaratıldığını ve çevre politikaları geliştirilmesi üzerinde bir miktar basınç uygulayabildiğini söyleyebiliriz.

Ancak bölgesel veya konu bağlamında yürütülen bu mücadeleler, sistemin bütünü ile ilgili bir perspektife sahip olmayıp parçalı bulutlu bir mizaçla maluldür. Bilhassa neoliberal dönemde sermayenin doğayı talanı şeklindeki ortak keseni fark edip büyük şirketleri karşılarına almaktan uzaktırlar. Kapitalizmin tabiatı gereği doğa ile çelişen karakteristiğini (özetle; sürekli genişlemek zorunda oluşu ve politik, hukuki ve toplumsal sistemi de buna uygun kurgulaması) görmekten acizdirler veya sınıfsal konumları gereği görmeyi tercih etmezler. Bu orta sınıf hareketi, emek-doğa bütünlüğünü ve kapitalizmin emeği işçileştirip doğayı da hammadde şeklinde sömürdüğünü, dolayısıyla bu iki mücadelenin birliğini gündemine alamaz. Çevre-ekoloji örgütleri ile yolları kesişen veya oy hesaplarıyla onlara yön vermeye çalışan düzen partileri ise zaten sitemin ötesinde bir programları olmadığı için siyasetin koşulları elverdikçe bazı reformcuklarla günü kurtarmaya çalışırlar.

Reformlar, Hak Mücadeleleri ve Ekososyalistler

Sermayenin farklı zaman ve mekânlarda doğayı piyasalaştırmasının (örneğin dağ başındaki bir piknik alanının özelleştirilmesi ile bir otelin denizi parsellemesinin) arasındaki neoliberalizm bağını, Göç Yasası’yla veya asgari ücretin artmamasıyla ilişkilendirebilecek olan ekososyalistlerdir. Bu lehimlemeyi yapma ve her geçen gün yoksullaşan orta sınıfın çevreye duyarlı kitlelerine yayma sorumluluğu, emek ve doğa eksenli mücadeleyi bir ve aynı gören kesimlerin üzerindedir. Ekososyalistlerin devrimci ufku, her türlü iyileşmeyi reddedip eko-lojik dönüşümü kapitalizm sonrasına ertelemeyi gerektirmez. Aksine, ekolojik yıkımın sebebinin kapitalist üretim ilişkileri olduğunu akıldan çıkarmadan gündelik hayattaki en küçük pratiğe dek her türlü insani etkinliğin, insan-doğa ilişkisine dair kapitalizm ötesi bir anlayışla kurulması için uğraş verilmelidir. Çünkü ekolojik krizin bütünüyle aşılmasının yolunun kapitalizmin yerini ekososyalist bir toplum biçimi alması gerektiği yönündeki soyut siyasal hedef, ancak insanların gündelik hayatlarına dair somut taleplerle (bisiklet yolları, toplu taşıma, denize beleş girme gibi) ilişkilendirilmesi halinde gerçeklik kazanabilecektir. Kapitalizmi ekolojikleştirmek ihtimaline dair bir hayale sahip olmamak, acil reformlar için (karbon vergisi, yenilenebilir enerji gibi) mücadeleye girişmemek anlamına gelmez. Reformlar, devrimciler için, minimal taleplerle maksimal program arasındaki geçişin habercileridir. Kitleleri mobilize edecek somut taleplerin “geçişsel” bir nitelik taşımasına önem vermeli, ekolojik reformizmin sınırlarından taşarak her talebin kendi somutluğunda, sürdürülemez kapitalist üretimcilik ve tüketimcilik mantığının dışına çıkması sağlan-malıdır.

Bu bağlamda çevre, su, gıda, enerji hakkı gibi ekoloji temelli haklar da hal-kın hakları mücadelesi ekseniyle birlikte kurgulanmalıdır. Adil ve doğru olanı imleyen ve sahibine meşruiyet alanı sunan tılsımlı bir kavram olarak “hak”, doğa adına direnen kitlelerin pozisyonunu sağlamlaştırır. Hak mücadeleleri, emeğin yeniden üretiminin metadışı alanlarını zapt eden sermaye tahakkümüne karşı direnişin ve kolektivist yeniden in-şanın olanaklarını da içinde barındırır. Bununla birlikte sistemin tabiatı gereği, hakkı olanı dahi alamadığını gören çevreci kitleler, güncelin devrimcileşmesi-devrimin güncelleşmesi sarmalında, ufkunu ve mücadeleyi kapitalizm dışına çevirebilecektir. Neoliberal dönemde, kamusal hizmetler gibi doğa da metalaştırma-piyasalaştırma-sermayeleştirme saldırısı altındadır. Suyun özelleştirilmesine, dağların oyulmasına, ormanların ticarileştirilmesine veya “sanat severlere” peşkeş çekilmesine karşı oluşan toplumsal hareketler, ekososyalist bilincin kitleler nezdinde somutlanmasının, inanılır kılınmasının yollarını açma potansiyeli taşır. Latin Amerika’daki su hakkı direnişlerinin ezilenleri iktidara taşıması ve Bolivya Anayasası’na su ve besin hakkı ile suyun özelleştirilemeyeceğinin girmesi motive edici örneklerdir. Bu mücadelelerde binlerce kişi aylarca meydanlarda direnmiş ve büyük bedel-ler ödenmiştir. Kıbrıs’taki çevre-ekoloji mücadelesinin ise (her ne kadar Karpaz Milli Parkı’nın korunması, Akkuyu nükleer santrali, kıyılarımızda petrol dolum tesisine direniş gibi sokağı ısıttığı dö-nemler olduysa da) ne meydanları günlerce doldurmak ne de radikalleşerek bedel ödemek gibi bir geleneği vardır. Daha ziyade yasal ve hukuksal çerçeve-de, terbiye sınırları içerisinde, uzlaşmacı bir tavır sergilenmektedir. Şimdi de bunun nedenlerine bakalım:

Topraktan Kopuş ve Romantik Bir Doğa Severlik

1974 sonrasında bilinçli olarak uygulanan, üretimden -bilhassa da toprağa bağlı üretimden- koparma, memurlaştırma politikaları ve ganimet ekonomisi sonucu yaşanan yapay refah dönemi, Kıbrıslı Türk halkının bir kısmının doğa ile olan organik bağını zedeledi. Şehirlere yerleşen, eğitimli ve çevresel duyarlılığı olan ke-simler, üretim ilişkisi ile toprağa bağımlı bir hayat sürmüyor. Bu sebeptendir ki yaygın küçük burjuva kültürümüzde doğal çevre, yaşamsal ve ekonomik bir alan değil entelektüel bilgi ve romantik bir sevgiyle korunacak dışsal bir olgu olarak algılanmakta. Dolayısıyla mücadele, suyu elinden alınırsa üretme özgürlüğü ve köyündeki varlığı tehlike-ye girecek olan Karadenizli kadınların HES’lere direnişi gibi ölüm kalım meselesi şeklinde zuhur etmiyor. Ülkenin genel toplumsal mücadele atmosferine de paralel olarak yetkililerle görüşme, basın açıklaması, imza kampanyası, hukuk-suz kararlara karşı dava açma ve zaman zaman ara emri (yürütmeyi durdurma kararı) alma gibi araçlarla doğanın talanına karşı direnilmeye çalışılıyor. Bazı kazanımlar da elde ediliyor. Yasalar ve adalet mekanizması, kısmen de olsa hâlâ daha çevre-ekoloji örgütlerinin ve doğanın lehine sonuçlar yaratabiliyor. Ancak kapitalizm kendi hukuk sistemini tüm kurumları ile yaratmaya ve ihtiyacına göre değiştirmeye muktedirdir. Neoliberal dönemin başat özelliklerinden biri de deregülasyon ve reregülasyon (kuralsızlaştırma ve yeniden kural koyma) yöntemi ile sermayeyi engelleyen kuralların kaldırılması ve piyasa ilişkilerinin yaygınlaşmasını sağlayacak, özelleştirmeyi ve ticarileştirmeyi genişletecek yasaların yeniden oluşturulmasıdır. Ülkemizde de bunun örneklerini, AB’ye uyumlu mevzuat çalışmalarında, çıkarılan veya ihtiyaç olmasına rağmen çıkarılmayan emirnamelerde tecrübe etmekteyiz. Dolayısıyla doğanın savunusu için yalnızca hukuksal zeminde mücadele etmenin işlevsizleşeceği öngörüsüyle, mücadelenin zemini yasallıktan ziyade meşruiyet olarak belirlenmeli, hukukun üstünlüğü değil doğanın ve onun bir parçası olan insanın menfaati ön plana alınmalıdır.  

Şehirli çevrecilerin toprakla bağı zayıflamış da olsa kırsalda yaşayan nüfus, getirisi zahmetine göre oldukça az olmakla birlikte doğadan kaynaklanan üretim ilişkileri içerisindedir. Ülkemizin kendine özgü koşulları, üreticinin gerek teknolojik gerekse ekonomik yönden devlet tarafından desteklenmemesi ve yerel ürünlerin dahi Türkiye’den ithal edilmesi gibi sebeplerle köylülük hak ettiği maddi ve manevi değeri görememektedir. Sermayenin yarattığı tahribat, köylerde veya çevrelerindeki doğal alanlarda da yaşanmakta ve bu saldırı kır-kent çelişkisini aşacak ortak bir mücadele fırsatı sunmaktadır. Ancak köylerde üretim yapan nüfusun büyük bir kısmı, 74 sonrası Türkiye’den gelmiş olan Kıbrıslı Türklerdir ki bu kesimlerin, Kıbrıs milliyetçiliği ile malul şehirli entelektüel çevrelerle, genel toplumsal mücadele alanlarında yolları kesişememektedir. Hâl böyle olunca, endemik türlerin olduğu bir kumsala inşa edilecek bir otel veya koruma altındaki bir bölgeye yapılacak bir inşaat, köy halkı için zenginleşme imkânı olarak görülebilmekte ve ekoloji mücadelesini zayıflatmaktadır. Bunun panzehiri ise asgari ücretten cinsiyet ayrımcılığına, sağlığın piyasalaşmasından trafik sorununa kadar aslında ortak olan günlük pratik sorunlarda aynı yolu yürüdüğümüzü samimiyetle göstermektir. Aksi durumda kaybedilen yalnızca doğa olmayacaktır; kırsal üretimin içinde olan en değerli kesimlerin milliyetçi, muhafazakâr, gerici odaklarca “iyilik” bahşedilerek istismarı da yaşanabilecektir.

Solculuğu Ehlileştiren Fonculuk2

Kapitalizm ile doğa arasında uzlaşmaz bir çelişki olduğu halde çevre-ekoloji mücadelesinin radikalleşememesinin ve uzlaşmacı bir atmosferde gerçekleşmesinin sebeplerinden biri de, içine girdiği her alanı ehlileştiren projecilik/fonculuktur. Ülkemizin kuzeyinde, güneyinde ve en iyi niyetlerle yapılan iki toplumlu projelerde, çevrecilerin yaygın olarak kullandığı bir finans yöntemi olan fonculuk (UNDP, UNOPS, USAID, AB vb kurumlardan para almak), günün sonunda halkın gerçeklerinden kopuk, kitleselliğe değil teknik uzmanlığa kıy-met veren, en yukarıdakilerin yıkıcı faaliyetlerini yerel projelerle telafi eden bir sivil toplumculuğa dönüşmektedir.

Doğayı koruma kaygısı güden kişi ve kurumlar, yapmayı hedefledikleri faydalı işler için toplumsal bir duyarlılık yaratarak ve aynı doğayı paylaştığı insanlara derdini bulaştırarak kaynak yaratma yoluna gidebilir. Bu, uzun ve meşakkatli bir yoldur; bir yandan halkı bilgilendirip ikna etmeyi öte yandan kamu kaynaklarının doğayı korumak için kullanılmasını zorlamayı gerektirir. Bu yolda ister istemez, halkın günlük pratiği ve memleketin sosyo-ekonomik gerçekleri de doğa severlerin gündemi haline gelecek, sisteme karşı bütünlüklü bir mücadelenin tohumları atılacaktır. Planlanan fay-dalı iş için bu zahmete girmek yerine bir takım teknik bilgilerle fon alındığında ise diyalog kurulacak yer BM veya AB uzmanları olmakta, zamanla çevre-ekoloji hareketinin bakış açısı, bu kuruluşların sistem içi ufkuyla sınırlanmaktadır. Ayrıca zamanla yerleşen otokontrol mekanizmasıyla, öncelikler, hangi meselenin daha toplumsal veya ivedi olduğuna göre değil hangi projeye fon alma ihtimalinin daha yüksek olduğuna göre belirlenmektedir. Kaldı ki (fonu alan veya onaylayan kişilerin vicdanından veya doğa sevgisinden bağımız olarak) gezegendeki ekolojik yıkımdan sorumlu olan, defalarca uluslararası toplantılar yaparak iklim değişimine veya gezegensel kirlenmeye karşı önlem almayan da aynı aktörlerdir. Yalnızca çevre-ekoloji değil, sosyal devletin meydanı piyasa ilişkilerine bırakarak geri çekildiği tüm alanlarda planlı bir şekilde yapılan sivil toplumu fonlama faaliyetleri, direnişin büyümesine karşı tampon görevi görmekte, halkın en duyarlı, aydın ve dinamik kesimlerini iktidar hedefinden uzaklaştırmaktadır. Fon veren kuruluşlar politik bakış açılarını doğrudan dayatmasa bile proje konusu meselenin uzmanlık isteyen teknik detaylarında kaybolmak, resmin bütünündeki politik problemi gözlerden kaçırabilmektedir. Zaten ülkemizdeki siyasetin kirlenmişliğinden dolayı kabul gören “sanata/spora/doğa-ya/… politika karıştırmayalım” söylemi, ekoloji alanına da aksetmektedir. Oysa, örneğin fosil yakıtlar veya nükleer, bir enerji politikası tercihidir; bazı türlerin soyu tükenirken avcılığın devam etmesi oy kaygısıyla verilen politik bir karardır; toplu taşıma ve bisiklet yollarının değil de araba galerilerinin desteklenmesi, taş ocaklarının kapatılmaması, tarımda ekolojik yöntemlerin yerini kimyasallaş-maya bırakması, dünya devi tekellerin gıda güvenliği pahasına tohumu patentlemesi, kısacası doğa-toplum ilişkisine dair her konu politiktir… ve sadece dar bir uzmanlıkla değil ancak geniş açılı politik bir perspektifle toplum menfaati-ne çözülebilir.

Alternatife Sıkışmak ya da Bireyci Postmodern Yaşamlar

Bir de tüm bunların farkında olan fakat çıkışı bireysel veya zümresel olarak kurguladığı alternatif bir yaşamda arayanlar vardır. Tıpkı “bu memleketten bir şey olmaz”cılar gibi canı istediğinde umutsuzluğa düşme ve örgütlü mücadeleye küsme lüksüne sahip olan bu gibi kişiler, çevre-ekoloji hareketi içinde de yer alırlar. Kişisel tercihleri mümkün olduğunca ekolojiktir hatta sıkı bir tüketim kültürü eleştirisi ile harekete katkı koyarlar. Hayvan özgürleşmesini savunur, veganlık, vejetaryenlik gibi vicdani veya politik temelli boykotlar yapar, organik tarımla uğraşır, kendi çeperlerin-de dayanışma ağları örerek minik bir antikapitalist model yaratırlar. Sistemin kendilerine dayattığı tabuları yıktıkları, sınırları aştıkları görünümünü verirler. Öte yandan böylesi bireysel veya zümresel “kurtuluş”, kitlelere yayılmayı ve kapitalist sistemde kökten bir değişimi hedeflemediği oranda, aslında sistemin kendisine tanıdığı sınırlar içerisindeki bir ‘alternatif’e sıkışarak varlığını ve geçici konforunu sürdürmektedir.

Bunun yanında, Aydınlanma değerlerine karşı çıktığı gibi bilim ve akılcılığı küçümseyen, ileri teknolojiyi doğa düşmanı gibi gören, hatta insanı doğanın kanseri ilan eden postmodernist çevreciler de zaman zaman hareketin ideolojik sularını bulandırmaktadır. Bunlar, her ne kadar eleştirelmiş gibi gözükse de doğayı katleden vahşi küreselleşmenin ve mevcut iktisadi sistemin gizli bir sözcüsü gibidirler.

Postmodernizmin sınıf kavramının üstünü örtmesi ve salt mikro düzey toplumsal analize başvurması, onu şimdiye odaklanan ve bugünkü dünya düzeninin sorgulanmadan işlemesine hizmet eden bir düşünsel akım hali-ne getirmektedir. Oysa daha yaşanabilir bir doğa için mevcut eşit-siz, adaletsiz ve insanın insan ve doğa üzerinde sömürü ilişkilerine dayanan dünya düzeninin değişmesi kaçınılmazdır. Bu da ancak ekoloji mücadelesine Marksist bir perspektifle örgütlü bir şekilde yön vermekle mümkün ola-bilecektir. Emek mücadelesine de eko-lojik bakış açısı eklemlenmeli, örneğin grev yapan işçilerin sadece özlük hakları veya çalışma koşulları değil ürettikleri metanın veya üretim biçiminin doğa ile uyumu da gündeme getirilmelidir.

John Bellamy Foster’in bir röportajında belirttiği gibi: “Birçok sosyalist çevrecidir ve birçok çevreci de sosyalisttir. Aslında Marksizm ve ekolojinin hem klasik olarak hem de bugün aynı sonuca götürdüğü kanısı mevcut. Marx’a göre hedef, insanlık ve doğa arasında-ki metabolik ilişkinin ortak üreticiler tarafından akla uygun biçimde düzenlendiği bir toplumun inşasıydı. Eleştirel bir çevrebilimi antikapitalist ve sonuçta da sosyalist bir yönelim gerektirirken, eleştirel bir Marksist yaklaşımın, özellikle de bizim zamanlarımızda, ekolojik bir dünya görüşünü gerektirir. Marksistlerin ve ekolojistlerin çok önemli ortak paydaları var: sosyal adalet ve çevresel sürdürülebilirlik… İnsanlığı kurtarmak ve dünyayı kurtarmak. Biri olmadan diğerinin başarılı olmasını bekleyemezsiniz ve mevcut sistemde ikisi de mümkün değildir. Ve yeni toplum, eskisinin dölyatağından ortaya çıkacaktır.”

Dipnot:

1 Aslında çevre-ekoloji konusu, emek-sermaye çelişkisinin dışında değildir; doğa tam da emeğe içerilidir. Marx, Gotha Programının Eleştirisi’nde şöyle der: “Emek her türlü zenginliğin kaynağı değildir. Emek kadar doğa da kullanım değerleri (maddi zenginlik tabii ki bunlardan ibarettir) üreten bir kaynaktır; zaten emeğin kendisi de bir doğa gücünün, insanın işgücünün tezahüründen başka bir şey değildir.” Marx,  doğa olmaksızın, üretimin hiçbir türünün mümkün olmadığını da yazar. Dolayısıyla emek-sermaye çelişkisi temel alındığında, doğa da emeğe içkin olduğundan çevre ve ekoloji sorunları tali bir mesele olarak görülmemelidir.

2 1980’lerin başlarında neoliberal yönetici sınıfların daha zeki bazı unsurları, uyguladıkları politikaların toplumda hoşnutsuzluğa yol açtığının ve büyük çaplı toplumsal hoşnutsuzlukların yolda olduğunun farkına vardılar. Neoliberal politikacılar “alttan” paralel bir politika izleyerek “devletçilik karşıtı” ve sorunlu grupları yumuşa-tıp “sosyal bir rahatlama” yaratacak örgütleri finanse etmeye başladı. Bu örgütler mali olarak doğrudan neoliberal kaynaklara bağlıydılar ve yerel düzeyde sosyo-politik hareketlerle doğru-dan rekabet halindeydiler. 1990’larda “hükümet dışı” olarak tanımlanan bu grupların sayısı binlerle ifade ediliyordu ve aldıkları bağışlar dünya çapında yılda 4 milyon dolara ulaşmıştı. (Kaynak: Emperyalizm ve Hükümet Dışı Örgütler – James Petras)