Hakan Tanıttıran
Yazıya başlarken yazının temelini oluşturan fikrimi yazayım: “Ulus diye bir şey yoktur!” Ulus kavramını en iyi ifade eden kavramsallaştırmayı ise yazar Benedict Anderson’dan ödünç aldım: “Hayali Cemaatler”.
Burada anlatılmak istenen “yoktur” belirlemesi, kadimden, ezelden gelip ebede kadar sürecek bir “ulus” varlığından bahsedilemeyeceği gerçeğidir. Yoksa ulus son 2 asırdır insanlığın önünde bir siyasi oluşum olarak vardır ve hepimizi farklı düzeylerde de olsa kapsamaktadır. Yani ulus, kadim bir toplum, insanlığın en eski dönemlerinden bugüne uzanan bir yapı değildir. Aslen feodalizmden kapitalizme geçişin ihtiyaç duyduğu teritoryal zeminin oluşturulmasıyla insanlık tarihine giren “yeni” bir toplumsal örgütlenme biçimidir.
Ulus kavramı söz konusu olduğunda en çok yapılan hatalardan biri ulusu etnik kimliklerle eşitlemektir. Hâlbuki “etnik köken” ihtiyaç hâsıl olduğunda ulusu oluşturmaya yarayan argümanlardan sadece bir tanesidir. Ulusun toplumsal hayata girişinin mazisi ise taş çatlasa 250 yıldır.
Ulus ve Ulusçuluk
Ulus ve ulusçuluk kavramlarının siyasi literatüre girişi Fransız burjuva devrimiyle birlikte başlar. 16. yüzyıldan başlayarak Avrupa, merkantilist ekonomilerin hâkimiyetine girmişti. Krallıklar, belli sınırlar içinde korumacı bir ekonomi oluşturuyorlar ve merkezi politikalarla ekonomilerini güçlendirmeye yönelik politikaları esas alıyorlardı. Bu uygulamalar, geçmiş feodal sınıfa rağmen gelişen ve feodal aidiyet duygusundan arınmış burjuva sınıfın yükselmesine neden olmaktaydı. Toplumsal tarih kitaplarına mutlakiyetçi dönem olarak da geçen bu merkezi krallıklar, zamanla, yükselen ilişkilerin taleplerine karşılık veremez hale gelince, sahneden çekilmeye başladılar. Öte yandan, içerideki feodal yapının parçalanması kadar Fransa’nın (ve İngiltere’nin) başka ülkelerle kapitalistçe ilişkiler kurmaları ve sürdürmeleri için de ulusal pazar çerçevesinde oluşacak ulusal bütünlük bir zorunluluk olarak hissedilmekteydi. “Ulusçuluk” ise bir fikri zemin olarak bu zorunluluğun kaldırım taşlarını döşemek için ihtiyaç duyulan ideolojik dayanak haline gelmişti.
Fransız Devrimi’ni izleyen dönemde şekillenen ulusal bütünlük çerçevesinde tanımlanan modern (burjuva) devlet çoğu açıdan yeni bir fenomendi. Yönettiği insanların hepsini kucaklayan, tercihen sürekli ve bölünmemiş bir toprak parçasıyla tanımlanan modern devlet, politik düzlemde de kendi halkı üzerinde, ara yöneticiler ve özerk kuruluşlara ihtiyaç duymayan, doğrudan egemenliğini ve yönetimini kurumlaştıran bir yapıya sahipti. Bu yeni devlet formu, düzenli periyodik nüfus sayımı, kâğıt üzerinde zorunlu hale getirilen ilköğretim ve uygulanabildiği kadarıyla zorunlu askerlik gibi uygulamalarla yurttaşlarının tek tek sicilini tutuyordu. İnsan hayatında önemli bir yer tutan önemli ayinlerin, dinsel cemaatlerce düzenlenmesine sivil bir alternatif sunan bu yeni devlet formu; doğum, evlilik ve ölüm kayıtlarıyla birlikte yurttaşlarıyla birbirine -kaçınılmaz olarak- daha önce rastlanmayan gündelik bağlarla bağlanıyordu.1
Tamamen ekonomik gelişmelerin sonucunda ve ekonominin ihtiyaçları üzerinden kurgulanan yeni modern devlet, kendinden önceki devlet yapılanmalarının üzerinde yükseldiği meşruiyet zemininden ayrı bir yerde kendi meşruiyetini oluşturmak zorundaydı. İdari bir bütünsellik bakımından daha önceki dönemlerin tanrısal ve soyluluk zeminine yerleşemeyecek olan burjuvazi için bir “halk”la ya da “ulus”la özdeşleşme, bu sorunun çözümü için en elverişli yol durumundaydı. Fransız Devrimi’nin ilkeleri çerçevesinde oluşan “yurttaş” tanımı etrafında oluşan ilk halka en azından böyleydi. Çünkü hanedan meşruiyeti, ilahi buyruk, yönetimin tarihsel hak ve sürekliliği ya da dinsel birlik gibi geleneksel sadakat güvenceleri ağır yaralar almıştı ve bu yaraları yeni gelişen bir sınıf olarak burjuvazi açmıştı. Burjuvaziye yıktığı tüm bu yönetim meşruiyeti sağlayan kurumların yerini alacak ve iktidara oturmasını sağlayacak yeni bir kurum gerekliydi.2
Yani ulus ancak belli bir modern teritoryal devletle, “ulusal devlet”le ilişkilendirildiği kadarıyla bir toplumsal birimdir; bununla ilişkilendirmedikçe ulusu/milleti tartışmanın hiç bir yararı yoktur. Ulus ların, sınıflandırmanın doğal, tanrı vergisi bir yolu olduğu, geçmişten gelen bir hak, politik bir kader olduğu iddiası bir mittir; bazen önceden var olan kültürleri alıp onları bir ulusa çeviren ulusçuluk, bazen de ulusları/milletleri icat eder ve genellikle önceden var olan kültürleri tamamen yok eder. Tarihsel gerçeğimiz budur. Analitik düzlemde ulusçuluk/milliyetçilik, uluslardan/milletlerden önce gelir. Uluslar/ Milletler, devletleri ve ulusçulukları/milliyetçilikleri yaratmaz; doğru olan bunun tam tersidir.3
“Eşik İlkesi”
Artık modern (burjuva) devlet yeni bir form üzerinde yükselmekteydi. Bu yeni formun adı ulus-devletti. Milliyetler üzerinden tarif edilen bu yeni devlet biçimi kısa sürede tüm Avrupa’ya yayıldı. Bu dönemde hangi halkların bir ulus-devlet oluşturabilecekleri sorusu ise ciddi bir tartışma yaratmadı. Çünkü halkların kendi kaderini tayin etmesi, yalnızca bunu başarabilecek niteliklere sahip olan halklar için geçerli olduğu olgusu herkesin kafasında açık bir biçimde belirgindi. Bu nitelikler öncelikle kültürel açıdan ve kesinlikle ekonomik açıdan yaşama şansına sahip olarak görülen milliyetlerdi. Ulus-devletin bu ilk döneminde ulus ve ulus-devlet formu sonraki dönemlerden farklı olarak ulusçuluk düşüncesinden önce var olmuştur. Yani bu dönemde ulus-devlet, ulusçuluk düşüncesinden önce gelmişti.
Milliyet oluşturma ilkesi, uygulamada belirli bir büyüklüğe sahip halklar için geçerliydi. Literatürde bu uygulama “eşik ilkesi” olarak tanımlanıyordu. Bu dönemde, bir halkın eşiği aşacak büyüklükte olmasının, bir ulus olarak sınıflandırılmasının başlıca üç kriteri vardı: Birincisi, halkın, mevcut devletle tarihsel bağı ya da oldukça eskiye dayanan ve yakın döneme uzanan geçmişle bağıydı. İkinci kriter, yazılı bir ulusal edebi ve idari anadile sahip olan, çoktandır yerleşiklik kazanmış bir kültürel elitin varlığıydı.
Üçüncü ve son kriter, kanıtlanmış bir fetih yeteneğiydi. Bir halkın kolektif varlığının bilincine varması için emperyal bir halk olmak, oldukça yararlı bir özellik olarak belirmişti. Burjuva Avrupa’sının tartışılmaz bir biçimde belirginleştiği bu tarihsel süreçte (1830-1880) başta burjuva ideologları olmak üzere üzerinde anlaşılan ulus ve ulus-devlet tanımları böyle bir çerçevede ifade ediliyordu.1880’den sonra ise durum değişmeye başladı. Bir yeni dönem olarak belirleyebileceğimiz 1880-1914 yılları arasındaki süreç Avrupa’da o güne dek görülmeyen ölçüde büyük kitlesel göçlerin, emperyalizmin ve dünya savaşıyla biten büyük bir uluslararası rekabet ve gerilim yıllarıydı. Bugünkü deneyimlerimizden de biliyoruz ki sorunlu insan topluluklarını, farklı insan kümelerini birbirine bağlamanın en etkin yolu onları “yabancı”lara karşı birleştirmekten geçiyordu. Ayrıca her türden milliyetteki insan gruplarını, uluslararası çatışma ve rekabet ortamından daha fazla kışkırtan bir şey de yoktu.
1880’e kadar olan dönemde “eşik ilkesi” uyarınca gelişen uygulamalar büyük ulus-devlet’ler içindeki farklılıkları yok etmeye ya da eritmeye yönelikti. İnsanlık tarihinin önemli bir aşaması olarak görülen ve ekonomik yeterliliğe sahip büyük ulus-devletlerin oluşması yönündeki baskın görüş açısından, bu tarihsel gelişmeye aykırı ve gelişimin önündeki engeller olarak tanımlanan kültürel direnişler ve farklılıklar mahkûm ediliyordu. Böylesi bir ortamın da yarattığı gerilimler 1880’den sonra belirgin bir biçimde hissedilir oldu.
Bu tarihten itibaren milliyet konusundaki “eşik ilkesi” hızla terk edildi. Gelişmeleri incelediğimizde kendini “millet” sayan her halk topluluğunun, son tahlilde kendi yaşadığı topraklarda ayrı ve egemen bir devlet kurma hakkı anlamına gelen kendi kaderini belirleme hakkının savunulmaya başladığını görüyoruz. Bu dönemde “tarihsel olmayan ulus” tanımlarının çoğalmasıyla etnik köken ve dil, potansiyel ulus olma kriterlerinin baş aktörleri haline geldiler, giderek tek belirleyicisi oldular. Artık ikinci dalga ulus-devlet oluşumu başlamıştı. Ulusların oluşumu yapaylık, icat ve sosyal mühendislik unsurlarının üzerinde yükselmiştir.
İlk dönemde de söz konusu olan ancak özellikle ikinci dönemde kendini gösteren 3 önemli ulus-kurucu gelişme göze çarpmaktadır. Bunlardan birincisi “Haritacılığın” artık yükselen bir bilim dalı haline gelişidir. Feodal dönemde çoğunlukla deniz yollarını keşfetmek ve artı değer toplamak üzere daha çok fiziki engeller ve yolları kapsayan haritacılık mesleği artık daha önemli bir amaca hizmet eder hale gelmişti: Sınırları çizmek. Önceki ilkel haritacılık metotları hızla gelişmiş, ulusları birbirinden net bir biçimde ayırmak, ulus içinde de burjuvazinin ihtiyaç duyduğu üretim ve dağıtım işlerini kolaylaştıracak kadar ayrıntılı ve profesyonel hale gelmiştir. Artık haritacılık siyasi bir anlam kazanmıştı.
İkinci gelişme yeni bir kurum olarak müzeciliğin gelişmesidir. İnsanları ortak bir geçmişe sahip olduklarına inandırmak için müzelerden daha uygun bir kurum düşünülemezdi. Var olan bütün tarihsel kayıtlar insanların ortak bir geçmişe sahip olduklarını kanıtlamak için müzelerde toplandılar. Bu tür bir ortak geçmişin olmadığı durumlarda müzeler bunun yaratılmasının da başat birer aracı oldular.
Üçüncü gelişme ise roman yazımındaki patlama oldu. İlk roman yazarları çoğunlukla burjuvazi içinden çıktılar ve edebiyat o yıllarda geçmişte olduğundan daha farklı bir anlam kazandı. Ulus-devletin tarih sahnesine çıkması ile birlikte romanların konuları çoğunlukla ulus bilinci yaratacak ögelerle doluydu.
Artık edebiyattan tüm sanata, bilime kadar her alan ürünlerini “millet nedir?” sorusuna cevap olarak üretiyordu; artık bir ulus oluşturmaya yarayacak ne varsa o öne çıkarılıyor, burjuvazi kendini onun üzerine bina ediyordu. Ortak olanın tarihsel bir geçmiş olduğu yerlerde işler nispeten daha kolaydı. Onun olmadığı yerlerde konuşulan dil ve etnik köken, o da yoksa din en elverişli elemandı. Bugün dünyadaki ulus-devletlere baktığımızda bunu açıkça görürüz. Bazı ülkeler etnik köken ve dil etrafında birleşmişken bazıları dinsel unsurlar etrafında şekillenmiştir.
Bu dönemin sosyalistlerinin de ulus konusuna bakışı bu iki evrede farklı farklı açılardan olmuştur.
Marx, Engels ve Ulusal
Sorun…
Marx, ulus kavramının somut bir tanımını yaparak ulusal sorun konusunda sistemli bir teori geliştirmedi. Manifesto’da burjuvazinin gelişmesi, serbest ticaret, dünya pazarı vb. gelişmelerle başlayan ulusal düşmanlıkların yok edilmesi sürecinin zafere ulaşan proletarya tarafından devam ettirileceğini söyleyen Marx, başlangıçta burjuvazi ve ulus-devlet arasındaki ilişkiyi olumlayıp, gelişmelere sıcak bakarken İrlanda sorunu karşısında burjuvazinin ulusal düşmanlıkları yalnızca yaşatmakla yetinmediği, ayrıca bu düşmanlıkları arttırmaya çalıştığı sonucuna ulaşarak ulusal sorunlara yönelik görüşlerini değiştirmiştir.
Gerçekte Marx, ulusal sorun ve çatışmalarla yoğun bir biçimde ilgilenmemiştir. Ancak bu durum, Marx’ın bu sorunları görmezden gelmesinden değil, gelişmeler karşısında sınıfsal bakış açısını öne çıkartma isteğinden kaynaklanıyordu. Nitekim İrlanda örneğinde olduğu gibi somut durumlar karşısında çok sağlam tahliller de yapmıştır.
İrlanda sorunu karşısındaki analizlere geçmeden önce Marx’ın ulusal soruna dair görüşlerine kısaca yer vermek gerekiyor. Marx, Alman İdeolojisi çalışmasında “proletarya için ulus konsepti sadece iktidarı ele geçirmek için karşısında bulduğu politik alandır” diye belirtiyor. Marx, bununla bağlantılı olarak proletarya hümanizmi için ancak tüm insanlık anlamlı bir bütünlük, ulaşılacak asıl amaç olabilir der ve tarihsel maddeciliğe göre hümanizmin, üretici güçlerin gösterdiği, ulusal devletlerin de sınırlarını aşan büyük gelişme yüzünden ancak dünya çapında kurulabileceğini belirtir.4
Marx ve Engels’in temel sorunsalı Avrupa kıtasını saracak işçi sınıfı devrimleriydi. Ulusal soruna da her zaman bu temel sorunsal etrafından baktılar. Her ikisi için de o yıllar bir ulusun ulus olarak kendini kurtarmasından önce Avrupa proletaryasının mümkün olduğunca büyük bir kesiminin kendisini kurtarması önemliydi. Marx’ın ünlü “proletaryanın yurdu yoktur” önermesi de bütün uluslardaki proletaryanın çıkarlarının aynı olduğu anlamında kullanılmıştır. Marx bu anlamın ulusları ortadan kaldırmaya yönelik bir olgu olduğunu düşünmüştü. İrlanda sorununa somut olarak eğilmesi Marx’ın ulus sorunu ve toplumsal gelişme bağlantısı konusunda görüşlerini netleştirmesini de sağlamıştır. Soruna ilgi gösterdiği dönemin başında Marx, İrlandalıların İngiliz büyük toprak sahiplerince ezilmekten kurtulmasının işçi sınıfının İngiltere’de zafere ulaşmasına bağlı olduğuna inanmıştı. Ancak 1860’ların başında bu düşüncesini terk ederek İrlanda’nın kurtuluşunu İngiliz proletaryasının kurtuluşu olarak görmeye başladı. Bu düşüncesinin olgunlaşmasından sonra, İrlanda sorununa ilişkin ifade ettiği düşüncelerini şöyle özetleyebiliriz:
a) Ancak ezilmiş bir ulusun ulusal kurtuluşu, uluslar arasındaki ayrılık ve düşmanlıkların yok olmasını sağlar ve iki ulusun işçi sınıflarının ortak düşman olan kapitalistlere karşı birleşmelerine imkân verir.
b) Bir ulusun ezilmesi, onu ezen ulustaki burjuvazinin işçiler üzerinde ideolojik hegemonyasını pekiştirmesine yardım eder.
c) Ezilen ulusun özgürlüğüne kavuşması, ezen ulus içindeki hâkim sınıfların ekonomik, politik, askeri ve ideolojik temellerini zayıflatır, bu da o ulusun işçi sınıfının devrimci mücadelesine yardım eder.
Görüldüğü gibi Marx ulusal soruna hep işçi sınıfının çıkarları ve devrim perspektifinden bakmıştır.
Marx İrlanda sorunu karşısında burjuvazinin ulus meselesinde gerici bir role soyunduğu düşüncesine bir kaç noktada topladığı tespitleri sonucunda ulaşmıştır:
a) Pazarları denetim altına alma mücadelesi kapitalist güçler arasında çatışmalar yaratıyordu.
b) Bir ulusun bir başka ulusu sömürmesi ulusal düşmanlıklar yaratıyordu.
c) Şovenizm, burjuvazinin proletarya üzerindeki egemenliğini sürdürmesini sağlayan ideolojik araçlardan biri olarak kullanılmaktadır.5
İlk dönemlerinde Marx ve Engels dünyanın geri bölgelerinin gelişmesi için kapitalizme ve sömürgeciliğe hak ettiğinden daha fazla değer vermişler ve kredi açmışlardı. Azgelişmiş bölgeler konusundaki katı ve aşağılayıcı tutumları6 onların emperyalizmi savundukları çerçevesinde yorumlandı. Başlangıçta gerçekten de azgelişmiş bölgelerin ve halkların daha ileri uluslarca geliştirilebileceği düşüncesi kafalarında mevcuttu.7 Ancak Marx, özellikle “Kapital”in birinci cildinde sömürgeciliğe yönelttiği şiddetli saldırıları ve özellikle Hindistan konusundaki yazılarıyla karşı çıkılmaz bir biçimde sömürgeciliği mahkûm etmiştir. Özellikle Afyon Savaşı sırasında Çin ile ilgili söyledikleri çok açıklayıcıdır: “Öyle görülüyor ki, sanki tarih bu halkın tamamını, içinde bulunduğu kalıtsal budalalıktan çıkarabilmek için önce sarhoş etmek zorunda kaldı.”8
Engels ve Marx’ın konuyla ilişkin görüşleri büyük ölçüde örtüşüyordu. Ancak Engels, Orta Avrupa’da demokratik devrimin (1848-1849) uğradığı başarısızlığı analiz ederken bu başarısızlığın yığınlar halinde Avusturya ve Rus ordularına yazılan, Macaristan, Polonya, Avusturya ve İtalya’daki liberal devrimi ezmek için gerici güçlerce kullanılan Güney Slav halklarının (Çekler, Slovaklar, Hırvatlar, Sırplar, Romenler, Dalmaçyalılar) oynadıkları karşı-devrimci role bağlamış, içlerine Brötonlar, İskoçlar ve Basklıları da alan bir “tarihsiz uluslar” tanımı yapmış ve şöyle eklemiştir; “Bu ulus kalıntıları, tarihin akışı tarafından insafsızca ezilmişler, bu ulusal safra yalnız varlığıyla bile büyük bir tarihi devrim karşısında bir tehlike olduğu için her zaman karşı-devrimin bağnaz temsilcisi olacak, büsbütün yok oluncaya kadar ya da ulusal özelliklerini yitirinceye kadar da öyle kalacaklardır.”9
Kimileri tarafından Marksizme temelden aykırı bulunan bu saptamanın Engels’e Hegel’den miras kaldığı açıktır. Hegel, bir devlet kurmayı başaramayan ya da kurdukları devlet çoktan yıkılan ulusların “tarihsiz”, yok olmaya mahkûm uluslar olduğunu ileri sürer. Örnek olarak da Bulgarları ve Sırpları gösterir.10
Dönemin Avrupa’ında geçerli olan “eşik ilkesi” perspektifinde geliştirilen bu düşünce Avrupa’da sadece büyük ulusal devletlerin oluşması gerektiği ve küçük ulusların da bu büyük ulusal yapılar için de erimesini öngören düşünce sistematiğinin sosyalistler arasındaki etkisini göstermesi açısından önemlidir.
Gerçi Engels, Avrupa’da “eşik ilkesi”nin terk edilmesi süreciyle beraber bu konudaki görüşlerini değiştirmiş ve 1853 yılında yazdığı bir makalede Osmanlı İmparatorluğu’nun, Balkan uluslarının bağımsızlıklarını kazanmaları sonucu parçalanmasının kaçınılmaz olduğunu belirtmiştir. Bu makale önemlidir; çünkü bu Balkan ulusları dediği uluslar daha önce “tarihsiz uluslar” olarak tanımladığı ve eriyeceğini düşündüğü uluslardır.
Tüm bunlara rağmen Engels’in geri bir bilinç düzeyiyle sınırlanmış ulusal hareketlerin tarihte nasıl gerici bir rol oynadığını cesaretle ve haklı olarak belirttiğini de görmeliyiz.11
Ulus konsepti, 18. yy. başlarında ortaya çıkan ve tartışılmaya başlanan, bir gerçeklik olarak yine bu yüzyıl içerisinde karşılaşılan bir örgütlenme formudur. Sosyalistler ise bu sorunla kendi gelişmeleriyle başat bir biçimde 19. yy. boyunca ve özellikle de bu yüzyılın ikinci yarısında ilgilenmişlerdir ve soruna yaklaşımları ve kullandıkları argümanlar da dolayısıyla bu tarihsel sürecin gelişmeleri sonucunda ortaya çıkan argümanlardır. Yüzyılın ikinci yarısından itibaren, beklenen işçi devrimleri, Polonya sorunu ve Çarlık Rusyası’nda Bolşeviklerin devrimci çalışmaları ulus sorununun bu dönemde öneminin artması ve bu sorun da “eşik ilkesi”nin ortadan kalkması ile birleştiğinde sosyalistler için sorun farklı bir boyuta evrilmişti. Marx’ın ve Engels’in yaşadığı ve yazdığı dönemden farklı bir durum arz eden gelişmeler sosyalistler içinde derinlikli tartışmaların yaşanmasına ve ulusal soruna her öznel durum için farklı yaklaşımlar getirilmesine neden oldu. Bu farklılıkların başında Rosa Lüksemburg ve Lenin arasındaki ayrılık gelir.
Ukkth, Rosa, Lenin…
Rosa ve Lenin’in, tarihi Ulusların Kendi Kaderlerini Tayin Hakkı polemikleri Rosa Lüksemburg’un Polonya üzerine çalışmalarıyla birlikte gelişti. Başlangıç noktası ise Rosa’nın Lenin’i ulusların oluşumunda burjuvaziye verdiği önem açısından eleştirmesi ve abartılı bulmasıydı. Rosa, bu eleştiriyi yaparken Polonya’da ulusal hareketin uzun yıllar boyunca toprak sahibi soyluluk tarafından ve onların önderliğinde yürütülmesine dayanıyordu.
Buradan yola çıkan Rosa, bu ulusal süreçte işçi sınıfının ancak dolaylı bir çıkarı olduğunu belirterek, işçi sınıfı için ulusal boyunduruktan kurtulmanın en iyi ve en hızlı yolunun uluslararası sosyalist devrim olduğunu savundu.
Rosa, UKKTH konusunda mutlak haklardan veya genel olarak ve sürekli hak kavramından ancak Marksist olmayanların söz edebileceklerini, diyalektiğin genel hakların varlığını kabul edemeyeceğini, hak ya da haksızlık durumlarının verili tarihsel koşulların çözümlenmesiyle ortaya konulabileceğini söyler. Lenin ise Rosa’ya verdiği cevaplarda bu konuda söyleyeceği karşı bir sözünün olmadığını, 1908’den önce de sonra da kendisi için proleter devrimin çıkarlarının her şeyin üstünde olduğunu ve devrim için UKKTH’nı her zaman feda edebileceğini belirtir ve UKKTH’nı soyut bir kavram olarak desteklemediğini, tam tersi bu kavramı proleter devrim için ne kadar somut olarak savunduğunu anlatır. Ancak Rosa’da hâkim olan ve ulus sorununda Engels’in izinden gitmesine neden olan dar ekonomist bakış, Lenin’in bu politik yaklaşımını anlamasına engel olmuştur. Rosa’ya göre sınıflı bir toplumda ulusların kendi kaderlerini tayin hakkından bahsetmek, yönetici sınıfın (Polonya’da toprak sahibi aristokrasinin) kendi geleceğini ve kaderini belirlemesinden söz etmek anlamına gelir. Bu nedenle Rosa, UKKTH’nı her zaman Polonya’dan yola çıkarak işçi sınıfının kendi kaderini tayin hakkı olarak anlar ve ifade eder. Böylesi bir bakış açısıyla da UKKTH çağrısında bulunduğu için Lenin’i objektif olarak ulusların hakları bulunduğu metafizik düşüncesini kabul etmekle suçlar. Kendisi için ise haklardan konuşulduğunda sadece işçi sınıfının haklarından (tarihsel bir gerçeklik olarak) bahsetmek mümkündür.12
Rosa’nın, ulus-devlet konusundaki görüşlerinden bir önceki dönemin düşünce sistematiğinde yer alan “eşik ilkesi”ni kendi dönemi için de geçerli gördüğü düşüncesine ulaşabiliriz. Bir ulus-devletin kendini savunma yeterliliğine sahip, büyük ölçekli üretim avantajlarından yararlanabilecek kadar büyüklükte bir iç pazara sahip olması gerektiğini düşünen Rosa, sadece büyük ölçekli ulusal birimlerin yaşama sansına sahip olduğu görüşündedir. Rosa’ya göre gelişmiş ulusların proletaryası, küçük uluslarla iş birliği yaparak kapitalizmi yıkacak ve küçük ulusal topluluklara bağımsızlıkları merkezden ve proletarya tarafından mevcut şartlar etrafında verilecektir. Bütün bu bakış açısında Rosa’nın küçük ulusların sadece ekonomik ve güvenlik açısından bile büyük ulu sal birimlerin içinde yer alması gerektiği düşüncesini bulmak mümkündür.
Rosa’nın bu perspektifi Polonya’nın niçin Rusya içinde kalması gerektiği düşüncesini de açıklamaktadır.
Lenin 50 bin nüfusa sahip topluluklar için bile UKKTH’nın geçerliliğinden bahsederken, Rosa için 1.2 milyon nüfusa sahip Gürcistan bile yeterli bir büyüklük değildir. Lenin’i büyük ulusal birimlerin ekonomik avantajlarından haberdar olması ve yine de UKKTH’yı savunması nedeniyle, devrimden sonra gelen kader belirlemenin yapısı hakkında küçük ulusal toplulukları aldatmakla suçlayan Rosa, ulusal sorunla ilgili her çatışmada “joker”i yönetici sınıfın elinde tutuğunu söylüyor ve sosyalizm dışında, halkın isteklerinin demokratik olarak belirlendiği her durumda, proletarya dâhil çoğunluğun burjuvazi tarafında yer alması tehlikesine dikkat çekiyordu.
Lenin, Rosa’ya verdiği cevaplarda bir küçük ulusun Rusya’dan ayrılmasını kabul etmeye hazır olduğunu, çünkü daha büyük ekonomik birime dâhil olmanın ekonomik avantajıyla ayrılan ulusun tekrar geri döneceğine inancının tam olduğunu belirtiyordu.
Rosa, temel kuramsal yazılarında ulusçuluğun özellikle ekonomik yönü üzerinde durmuş ve siyasal yönünü fazla önemsememiştir. Bu nedenle ulus kuramı eksik ve Lenin’in aşağıda irdeleyeceğimiz önermesi karşısında zayıf kalmıştır.
Özellikle 20. yy.’da yaşanan ulusal kurtuluş savaşları, ulusal sorunun siyasi yönünün önemini ortaya çıkarmıştır. Lüksemburg, ayrıca devrimci savaşta proletaryanın bağlaşıkları olarak ulusal toplulukların ve köylülüğün önemini küçümsemiştir. 1916’da cezaevi hücresinde “Junius” takma ismiyle yazdığı broşürde Rosa, her halkın bağımsızlık hakkını ve kaderini bağımsız olarak belirleme özgürlüğünü kabul eder. Ancak kendi kaderini tayinin kapitalizm içinde olanaksız olduğunu ileri sürer. Rosa şöyle devam eder; “Bugün ulus, emperyalist istekleri örten bir örtü, emperyalist rekabet için bir savaş çığlıdır.” Ona göre ulusal savaşlar artık olanaksız olmuştur.
Lenin ise aynı dönem broşüre verdiği cevapta13 bunun tam tersine emperyalist çağda ulusal kurtuluş savaşlarının olanaklı olduğunu ve gerçekten de günün gereği olduğunu belirtir.
Rosa’nın UKKTH konusundaki fikirlerini şöyle toparlayabiliriz;
– Ulusların doğal haklarından bahsetmek gülünç ve soyut bir metafizik bakıştır.
– Her ulusa ayrı devlet kurma hakkını vermek, gerçekte burjuva milliyetçiliğini savunmak demektir. Aynı özellikleri gösteren homojen bir ulus yoktur, çünkü ulus içinde her sınıfın çatışan çıkarları ve hakları vardır.
– Genel olarak küçük ulusların, özel olarak da Polonya’nın bağımsızlığı ütopiktir ve tarihin yasalarıyla mahkûm olmuştur.
Rosa’nın görüşleri, özellikle de 1914’den önce oldukça ekonomistti. Polonya’nın ekonomik olarak Rusya’ya bağlı olmasından dolayı politik açıdan bağımsız olamayacağı düşüncesi her politik konumun özgüllüğünü ve görece tekliğini bulanıklaştıran bir görüştür ve determinist-ekonomist bir yönü vardır. Ulusal kurtuluş hareketlerinin tarihe ters düşen tepkici, küçük burjuva yönlerini gören Rosa, bu hareketlerin Çarlık’a karşı (daha sonraları başka bağlamlarda emperyalizme ve sömürgeciliğe karşı) taşıdıkları devrimci gücü ise kavrayamadı. Bir başka deyişle ulusal hareketlerin ikili özelliğinin karmaşık ve çelişik diyalektiğini çözümleyemedi. Rusya’da işçi sınıfının proleterleşmemiş müttefiklerinin (köylüler, ezilen uluslar) devrimci rolünü küçümsedi. Rus devrimini, Lenin gibi proletaryanın önderlik ettiği bir devrim olarak değil, işçi sınıfının katıksız devrimi olarak gördü. Rosa’da Troçki’nin düştüğü hataya düşerek sosyalizmi saf bir işçi hareketi olarak görme eğilimindeydi. Ayrıca Rosa, ezilen ulusların ulusal kurtuluşunun yalnızca küçük burjuvazinin ütopyacı, tepkici ve kapitalizm öncesi bir isteği olmayıp, proletarya ile birlikte bütün olarak yığınların bir isteği olduğunu gözden kaçırdı. Bu nedenle de Rus proletaryasının UKKTH’nı tanımasının ezilen ulusların proletaryalarıyla kurduğu dayanışmanın vazgeçilmez bir unsuru olduğunu tespit edemedi.
Lenin ve Ukkth…
Lenin’i çağdaşı devrimci önderlerden ve siyasi kimliklerden ayıran başlıca fark, içinde yaşadığı tarihsel sürecin sorunlarını çözümlerken, mümkün olan en somut biçimiyle ifade etmesi ve ihtiyaç duyulan yönlerini öne çıkarması, çeşitli sorunların siyasal boyutlarını ustaca gözler önüne sermesidir. Bu genel perspektif ulusal sorunlara yaklaşırken de geçerli olmuş, pek çok marksistin içine düştüğü ve sorunun sadece ekonomik, kültürel ve psikolojik boyutlarıyla sınırlı kalan değerlendirme hatalarına düşmesini engellemiştir.
Lenin’in, UKKTH sorununun tümüyle ve doğrudan demokrasiyle ilgili olduğu görüşü, politik sürecin görece özerkliğini saptamasından kaynaklanır. Bu saptama Lenin’i ulusal sorunu irdelerken öznelcilikten ve ekonomizmin tuzağına düşmekten kurtarmıştır.
Lenin’in konuyla ilgili düşünceleri incelendiğinde ilk göze çarpan UKKTH ile enternasyonalizm arasındaki diyalektik ilişkiyi herkesten daha iyi çözümlediği gerçeğidir. Bu konuda öncelikle ayrı devlet kurmakla özgür olan ulusların bir başka ulusla kendi iradeleriyle özgür olarak birleşip dayanışma yapabileceklerini, uzun dönemde kaynaşabileceklerini kavrayan Lenin, ezen ulus içindeki işçi hareketinin ezilen ulusa kaderini belirleme hakkı tanımasıyla ezilendeki düşmanlık ve kuşkuların silinerek, her iki ulus proletaryalarının burjuvaziye karşı uluslararası mücadelede birleşebileceklerini anlamıştı.
Lenin’in konuya yaklaşımında hangi ulusun bağımsız devlet olacağı ya da iki devlet arasındaki sınırın nasıl çizileceği gibi konular hiç yer almadı. Lenin, UKKTH teorisi içerisinde teorinin tamamen politik yönünü öne çıkartarak milliyetçiliğe ve şoven perspektiflere asla ödün vermemiş, sadece demokratik mücadele ve proletarya devrimiyle belirlenen bir amaca yönelerek konuyu proletarya devrimi açısından değerlendirmiştir.
Lenin’e göre ulusun gerici olmayan bir tanımı ancak proletarya önderliğinde mümkün olabilir. Ulusal hareket de ancak proletarya önderliğinde yürütüldüğünde şovenizme düşme tehlikesinden kurtulabilir.14 Lenin, demokratik isteklerin de her zaman için dünya proletaryasının devrimci sınıf mücadelesinin yüksek çıkarlarına bağlı olması gerektiğinin de altını dikkatlice çizmiştir. Ancak Lenin, birkaç özel örnek dışında proletaryanın çıkarlarıyla ulusların demokratik hakları arasında bir çelişki olamayacağını da bütün açıklığıyla da belirtir.
Lenin’i döneminin sosyalist önderlerinden ayıran büyük farklardan biri de dönemin politik özgünlüğünü çözümlemesi ve ulusal demokratik mücadelelerle sosyalist devrim arasındaki ilişkiyi tespit edebilmesidir. Lenin, ezilen ulus içinde proletarya dışındaki köylüler ve küçük burjuvazinin de bilinçli proletaryanın müttefiki olabileceğini görmüştür.
Toparlarsak Lenin’in UKKTH’nı yüzyılın başında ısrarla savunmasının üç ana çıkış noktası vardır:
1) UKKTH proletarya enternasyonalizminin sağlanmasında çok önemli bir araçtır;
2) UKKTH siyasal demokrasinin genişletilmesinde çok önemli işlevleri olan bir önermedir;
3) UKKTH proletarya devrimi için önemli müttefikler olan köylüler ve küçük burjuvazinin devrime katılmasını sağlayacak bir araçtır.15
Özetle, son çözümlemede ekonominin her şeyi belirlemesi kuralının, politikanın rolünün giderek yadsınması, determinist görüşlerin ağırlık kazanmasına dönüştüğü koşullarda Lenin, emperyalizm sürecine yönelik olarak yaptığı çözümlemelerden yola çıkarak, iradenin rolünü teslim etmiş ve UKKTH önermesini de politik yanlarını öne çıkararak savunmuştur. Kimi beklemediği gelişmelere rağmen, Rus devrimi ve sonrasında yaşananlar onu tarih önünde haklı kılmıştır.16
Ukkth ve Günümüz…
UKKTH 20. yüzyılın başında sosyalistlerin ulusal sorunlar karşısında verdikleri bir cevaptı. Bu ilkenin Leninist yorumuna yukarıda yer verdik. Ancak belirtmek gerekir ki bu hak sadece sosyalistlerin kullandığı bir politik argüman değildi. Lenin ile ABD Başkanı Wilson hemen hemen aynı tarihsel dilimde ulusal sorunlar karşısında benzer bir duruş noktası oluşturdular. Farklı olan çıkış noktalarıydı. Lenin emperyalizmi kuşatacak bir proletarya enternasyonalizmi ve sosyalist devrim perspektifi ile UKKTH’yı savunurken, Wilson, bir önceki yüzyılda oluşmuş eski sömürgecilik ilişkileri çerçevesinde belirlenmiş siyasi sınırların değiştirilmesi için bu hakkı Lenin’le birlikte savunuyordu. ABD’nin temel kaygısı, yeni gelişen ve büyük bir emperyalist güç olarak verili statükoyu parçalayarak dünya pazarına girebilmekti. Bu nedenle eski sömürgelerin, bağımlı oldukları sömürgeci devletlerin etki alanından çıkmaları gerekiyordu. Bunun da en iyi yolu da bu coğrafyalarda yeni ulus-devletlerin oluşması ve böylece yeni ilişkilerin kurulabileceği pazarların örgütlenmesinden geçiyordu.
Yukarıdaki örnekten de anlaşılacağı gibi UKKTH kendi başına sosyalist bir prensip değildir. Özünde bu hak sosyalistlerin yüzyılın başında ulus sorunu karşısında verdikleri bir cevap olarak tanımlanabilecek politik bir açılımdır. Bugün bu hakkın Leninist yorumunun tarihsel sürekliliğini koruyup korumadığı sorusu hala gündemdedir. Böylesi bir soruya ancak Leninist yöntem kurgusuyla cevap verilebilir düşüncesindeyim. Yani eğer bu ilkenin günümüzde geçerli olup olmadığını irdeliyorsak Lenin’in bu ilkeyi savunurken çözümlediği koşulların devam edip etmediğini belirlemek zorundayız:
1) UKKTH bugün proletarya enternasyonalizmini sağlayacak bir araç olma özelliğini korumakta mıdır? (Ayrıca bugün enternasyonalizmden ne anlıyoruz ve bundan sonra nasıl bir enternasyonalizm hedefliyoruz sorularına da cevap vermek gerekiyor.)
2) UKKTH sosyalist devrim ve politik demokrasi için işlevsel bir ilke midir sorularına cevap üretmek ve içinde yaşadığımız dönemin özelliklerini çıkartmak gerekmektedir. Bunun dışında yapılacak her tartışma ve önkabul ya da reddediş diyalektik bakış açısının, somut durumun somut tahlili yönteminin dışında davranmak ve kesinlikle Rosa’nın dediği gibi metafizik bir bakış olur.
Dipnot:
1 E. J. Hobsbawm, Milletler ve Milliyetçilikler, Ayrıntı Yay., Çev. Osman Akınay, İst,1993, sf.104,105.
2 age, sf.106
3 age, sf.56
4 K. Marx, Alman İdeolojisi, Sol Yay.
5 K. Marx, İrlanda Sorunu, Sol Yay.
6 Marx, Karadağlılar için “sığır hırsızları” ve “dindarlık taslayan haydutlar”, Engels ise Meksikalılar için “tembel insanlar”, “insanların en alçağı” tanımlamalarını kullanmışlardır. Birleşik Devletler’in 1847’de Meksika’ya saldırmaları konusunda şöyle yazdılar: “Enerjik Yankeeler’in California’yı tembel Meksikalılar’dan daha iyi ve daha çabuk geliştirebilecekleri ve dünya ekonomisinin de bundan kârlı çıkacağı her bakımdan aşikardı.”
Marx ve Engels, “Civil War in the United States”, 1937, sf.262, Akt. H. B. Davis, İşçi Hareketi Marksizm ve Ulusal Sorun, Belge Yay., Çev. Yavuz Alogan, İst,1994, sf.72
7 İki ileri ülke, geri bir bölge üzerinde hegemonya kurmak istediklerinde ve yarıştıklarında Marx ve Engels daha ilerici olanını tercih ettiler. İngiltere Çarlık Rusyası’ndan daha ilerici olduğu için Orta Asya’daki İngiliz faaliyetlerini desteklediler. Ancak Ç. Rusyası bile onlara göre Doğu’da uygarlaştırıcı bir etki yapabilirdi. Engels, Çar’ın Orta Asya’daki hareketlerini şu sözlerle savundu: “Rusya… Doğu’yla ilişkisinde gerçekten ilericidir. Bütün temelsizliğine ve Slavlara özgü pisliğine rağmen Rus hâkimiyeti Karadeniz’de, Hazar Denizi’nde ve Orta Asya’da ve Başkırlar ile Tatarlar arasında uygarlaştırıcı bir unsurdur.” Engels’ten Marx’a 23.5.1851 tarihli mektup. Akt. Davis, age, sf.71
8 Marx, “Revolution in China and Europe”, Nex York Tribune, 14.6.1853, Akt. Davis, age, sf.71
9 Michael Lövy, “Marksistler ve Ulusal Sorun”, Birikim Dergisi, Ocak 1977 Sayısı. sf.67
10 age, sf.67
11 Birikim yazarlarının Ocak 1977 Sayısı’nda Lövy’nin makalesine ekledikleri kenar notlardan.
12 Rosa ve Lenin arasındaki tartışmalar için bkz. Ali Öztürk,”Tarih, Lenin ve Rosa”, BirAdım Dergisi, 1. Sayı, sf.101-107
13 Lenin başlangıçta bu broşürün gerçek yazarını bilmeden yazarla polemik yapmıştır
14 Zamanla ulusal hareket kimin önderliğinde yürütülürse yürütülsün ilericidir tezi bazı çevrelerce savunulsa da bize göre bu görüş yaşanan bir dolu örnekle çürümüştür.
15 UKKTH’nın politik niteliği ve UKKTH’nın Leninist yorumu konusundaki düşüncelerini büyük ölçüde paylaştığım Mesut Yeğen, UKKTH’nın günümüz koşullarında geçerli ve savunulabilir bir ilke olmaktan çıktığını söylüyor. Bkz. Mesut Yeğen, “Kürt Sorunu ve Üç Tarz-ı Siyaset”, Mürekkep Dergisi, sayı 9, sf.15-39
16 Devrimden sonra ayrılma hakkını (UKKTH) bolşeviklerin de katıldığı törenlerle kullanan Finlandiya, Baltık cumhuriyetleri, Lenin’in hararetli beklentilerine rağmen emperyalist askeri işgali nedeniyle Sovyetlere katılmamışlardır. Polonya’da ise tarih Rosa’yı haklı çıkarmış Kızılordu yenilmiş ve ulusalcılar kazanmıştır.